2 Temmuz 2010 Cuma

viyana viyana

dört mü yoksa beş mi geride kalan yıl sayısı tam çıkaramadım. yağmur böyle yağıyordu yine bulutları yırtarcasına. avrupa'nın ortasındaki şehrin havaalanı polisi çantamı didik didik ettikten sonra beni dört, bilemedin beş metrekarelik bir hücreye koymuştu. sorgu sıramı beklemek üzere hapse yollanacaktım. yağmur içimdekini döküyordu benim yerime. bana cesaret verir, avutur gibiydi. öyle hissetmiştim. sanki ağlamamı söylüyordu, sular döküldükçe içimdeki çamura batmış ruhum temizleniyordu. o zamandan beri ne zaman yağmur yağsa mutlu olurum. bütün pislik temizlenir içimde.

pencereleri tellerle örülmüş bir otobüse bindirdiler sonra. caddelerden geçerken insanların içeridekini görmek için attıkları meraklı bakışlar isabet ediyordu üzerime. ellerimdeki kelepçeler, etrafımdaki engel beni sıkıştırıyordu. nasıl bu hale düşmüştüm? bir kaçış planı olmalıyken bu, nasıl infilak etmiştim? ayakkabılarımın bağcıklarını aldılar, sahip olduğum herşeyi aldılar ve bir kutuya attılar. aşağılanmış hissediyordum ama yüzümdeki tebessümün söylediğine göre intihar edeceğimi düşündükleri için ben onları aşağılıyordum.

iki tane ranza ve etrafında sandalyelerin dizili olduğu bir hücreye koydular beni. bir oda mıydı yoksa bu.. hatırladığım kadarıyla bir gürcü, bir çinli, biri daha ve ben.. içinde bulunduğum gerçekliği net olarak algılayamamıştım daha. hemen bir duş aldım. uyumaya hazırlanırken karşımdaki ranzada gürcü'yle çinli'nin porno dergilere bakarak oynaştığını gördüm. çinli, hücrenin zevki miydi? ürktüm. en iyi ihtimalle taciz edilebilirdim. oyalanmadan uyudum. daha sonra şampuanım çalınacaktı. =)

sabah olduğunda bir polisin sesiyle uyandım. adımı söylüyordu. gerekli prosedürü uygulamak için sağlık kontrolünden geçirmeye ve ifademi almaya götüreceklerdi beni. önüme bir form koydular. çeşitli hastalıkları geçirip geçirmediğime dair sorular vardı. son sayfa en eğlencelisiydi: hiç depresyona girdiniz mi? depresyonda olduğunuzu düşünüyor musunuz? hiç intihar etmeye teşebbüs ettiniz mi? vs hepsine evet dedim. avusturya da olsa, avrupa'da bu cevaplarla iyi muamele görebileceğimi biliyordum. tepemde dikilen polis almanca birşeyler söyledi, aşağıladı sanırım. zaten türk olmam yeterince problemdi.

bir odaya soktular beni. türk bir tercüman eşliğinde hikayemi anlatacaktım. o sahte pasaportla ne işim vardı orada? nereye gidiyordum? amacım neydi? kendimin bile inanmadığım yalanlar söyledim. uğraşmak istemedikleri için 'hadi canım sen de.." demediler. sonra oradan kurtulmamı sağlayanı söyledim. isveç'e iltica talebim halihazırda vardı. mülteci kimliğim de çantamdaydı. önceki gün havaalanında çantamı arayan polis görmemişti. bunu o zaman söyleseymişim beni hemen isveç'e geri yollayacaklarmış meğer. isveç.. evim..

aynı gün akşam olmadan stockholm'deydim tekrar. ne olursa olsun istanbul'a dönecektim. mülteci bürosu'nun tayin ettiği danışmanımı aradım. en az dört, olmadı beş farklı şekilde geri dönmek istediğimi, iltica etmekten vazgeçtiğimi söyledim. sesinde saklayamadığı bir sevinç hissetmiştim. ne yapmam gerektiğini söyledi. ilk yollandığım geçici ikamet yerine gidip işlemlerimi yaptıracaktım. bir on gün daha uğraşmam gerekti. bu kısmı da bir başka zaman anlatacağım..
read more...

19 Haziran 2010 Cumartesi

Ayna Ayna Söyle Bana…

Aylardır aynı noktada “bizim için” bir uygulama yapılıyor.
Ne sandınız? Tabii ki kimlik kontrolü…
Bir alt geçitte birkaç resmi polis alt geçitten geçen insanları, sadece erkekleri durdurarak kontrolden geçiriyorlar. Hafta sonu olması dolayısiyle suç da sokağa çıkıyor tabii. Havalar da güzel. Fakat, ne tuhaftır ki suç, sadece erkeklerin üzerinde sokağa çıkıyor ve sadece onların üzeri aranıyor, kimlikleri kontrol ediliyor. Suç oranlarına bakılırsa erkeklerin ağırlıkta olduğunu görmek kaçınılmaz ama, bu kadınların suç işlemediği, işlemeyeceği anlamına da gelmiyor. Ayrımcılıktan söz eden kadınların seslerini burada da duymak istiyorum. Zira nar tanemiz, nur tanemiz, bir tanemiz kadınlarımız vatandaş olarak görülmemekte ve yok sayılmaktadır. Kötü niyetli erkek kişiler tarafından bir kadın kullanılarak suçun yürüyebileceği ihtimalini elbette bir tek ben düşünmüyorum. Arama noktalarının hep aynı yerler olması da kendimi güvende hissetmeme engel oluyor. Çünkü bunu bilen kötü niyetli erkek kişiler o noktayı kullanmak yerine, 250 metre ilerdeki köprüyü ya da, 100 metre gerideki alt geçidi kullanabilir. Suç bağıra bağıra, elini kolunu sallaya sallaya gelebilir.
Şort, tişörtten oluşan yazlık kıyafetlerimle geçtim aralarından. Göz göze geldik, sanki aynalı bir yerden geçmişim gibi, podyumda yürür gibi geçtim. Bu kez neden durdurulmadım, neden kimlik sorulmadı bana. Beni beğendiler mi bu defa?
İntiharım, istifa mektubu gibi duruyor cebimde hala…
read more...

17 Haziran 2010 Perşembe

BU BİR ŞİKÂYET, UYARI VE TEŞEKKÜR YAZISIDIR!

05.06.2010 Tarihinde sevgili eniştem O. U. gecenin bir vakti göğsünde ciddi bir ağrı ile uyanıyor ve derhal eşi ile beraber bir taksiye atlayarak evine en yakın olan Başakşehir Hastanesi gidiyorlar. Enişteme yapılan ilk muayenede kalp spazmı geçirdiği tespit ediliyor. İlk müdahale orada oluyor ve sonrasında Başakşehir Hastanesi hastayı anjiyo için Taksim İlk Yardım Hastanesi’ne sevk ediyor. Ve orası da hemen sonrasında Şişli Hospitalium’a…

Hasta yakını tarafından “Neden Şişli Hospitalium?” diye sorulduğunda ise verilen cevap “Hasta için gereken anjiyo’nun kendi hastanelerinde yapılmadığı bunun için Şişli Hospitalium’a gönderileceği söyleniyor. Hasta yakınları haklı olarak gergin ve endişeli oldukları için o anda “Hemen yakınında Şişli Etfal Hastanesi varken, neden Şişli Hospitalium” diye sorgulayamıyorlar. Ya da neden bir devlet hastanesi değil de, özel hastane diye. Bunlar daha sonra bir takım saçmalıkları yaşadıkça ortaya çıkacak olan sorular çünkü. Ve hastayı ambulansla Şişli Hospitalium’a götürüyorlar. Şişli Hospitalium çalışanları hastayı derhal yoğun bakıma alıyor ve ondan sonra gelişmeye başlıyor olaylar. Türkiye’de insan değerinin nasıl da beş para etmediği seriliyor gözler önüne…

Yer; ŞİŞLİ HOSPİTALİUM

Hasta; O.U

Şikâyeti; Kalp krizi

Derhal yoğun bakıma alınıyor hasta… Anjiyo yapılıyor. Yapılan anjiyo sonucunda hastanın kalbine giden birisi ana damar olmak üzere 3 damarının tıkalı olduğu söyleniyor. Pıhtılaşan kanın incelmesi için 24 saat sürece kullanması gereken bir ilaç olduğu, bu ilacında 450 TL olduğunu ve dışarıdan alınması gerektiği de belirtiliyor…

İlaç alınıyor. Teslim ediliyor yoğun bakım çalışanlarına. 24 Saat geçiyor ve 36 saate çıkıyor süre. Neden? Çünkü ilacı kestikleri anda hastanın derhal nabız ve tansiyonunun düştüğü söyleniyor. Hasta ailesi hala tedirgin ve korku dolu dakikalar devam ediyor. Adam gibi bir doktor çıkmıyor karşılarına. Durumun gidişatından bihaberler ve ne olacağı ya da ne gerektiği konusunda net bir bilgiye sahip değiller. Acemi hemşireler tarafından yalan yanlış yapılan açıklamalar yeterli olmuyor elbette. Kuzenim acilen bir doktor ile görüşmek istediğini belirtiyor. “6 Katta” diyorlar. Çıkıyor ve endişe ile doktora “İlaç 36 saatten fazla verilmemesi gerekiyormuş. İlacı kestikleri anda da nabız ve tansiyonu düşüyormuş. Ne olacak şimdi dr bey?” diye soruyor. Dr. ciddiyetten gayet uzak ve alaycı tavırlarla “Tansiyon ve nabız ne alaka? Öyle bir şey yok. Kim uydurdu bunu?” gibi benzer bir şey söylüyor. Kuzenimde bunun üzerine “Bunu bana değil, bunu bana söyleyen o geri zekâlıya soracaksın” diyor hışımla ve haklı olarak… Ve Doktor “Hem ben o hastaya cumartesi günü takardım ki stenti, kendisi istemedi” diyor. Ve dönüyor kuzenimin yanındaki adama (amcasına)… Soruyor;

“Sen nerelisin?”

Amca; Karslıyım

Doktor; Neresinden?

Amca; Susuz

Doktor; Ben de oralıyım

Kuzenim daha da çok sinirlenmeye başlıyor. Doktora, olayın ciddiyetinin hala farkında olmadığını, memleket muhabbetinin çok yersiz olduğunu ve Hristiyan dahi olsa hiç bir şeyin değişmeyeceğini belirtiyor.

Kısa bir süre sonra…

Stent takılması gerektiği söyleniyor. Ve stent’in bir ilaçlı bir de ilaçsız olarak satıldığını ilaçlıda krizin tekrar etme riskinin % 3, diğerinde ise % 40 olduğu belirtiliyor… Aynı zamanda da yoğun bakımda olan hasta ile anlaşma sağlanmaya çalışılıyor.

“Fiyatı 5000 TL, takılmasını istiyor musun?”

Hasta istemediğini belirtiyor. Çünkü hastaneye olan güvensizliği başlamış durumda. Kendisinin ve orada bulunan diğer hastaların sağlığı üzerinden para kazanıldığı apaçık ortada. Kısaca “RANT” apaçık ortada…

Hasta ile sıkı bir pazarlık başlıyor. 4500 TL… 4000 TL… En son 3800 TL şeklinde. Ve dışarıda bekleyen hasta yakınlarına gidiliyor “3800 TL stent fiyatı”.

Eniştem o hastanede kesinlikle bir işlem yaptırtmayacağını belirtiyor yakınlarına. “Çıkarın beni buradan” diyor. “Çıkarın. Yoksa söküp üzerimdeki kabloları yürüyerek çıkıp gideceğim” diyor. Aile bu sefer evlerine de yakın olan İstanbul Mehmet Akif Ersoy Eğitim Araştırma Hastanesi’ne götürmek istiyorlar O. U’yu… Şişli Hospitalium’un doktor bozuntuları “Tamam götürün ama hasta şu kapıdan çıktığı anda kalp krizi geçirebilir” diyerek aileyi korkutuyor. “Atın imza götürün”. Ne yapacaklarını şaşırıyorlar. İçerde yoğun bakımda bulunan ve “10 dk. daha burada durmak istemiyorum. Bunlar beni öldürecek” diyen bir hasta, karşılarında ise “Çıktığı anda hastanız kalp krizi geçirir” diyen bir hastane görevlisi. İki ucu boklu değnek terimi burada kullanılıyor işte.

Kuzenim bu sefer başhekimle görüşmek istediğini belirtiyor. Başhekimle görüşme sonucunda da hastayı ambulansla başka bir hastaneye götürebileceklerini öğreniyor.

Bu sefer iş ambulans konusuna geliyor. Hastane çalışanı 112’nin onlara ambulans hizmeti vermeyeceğini söylüyor. Ne yapmak gerektiği sorusu karşısında da anlaşmalı oldukları bir ambulans şirketi olduğunu 250 TL karşılığında kullanabilecekleri belirtiliyor. “Tamam” diyor kuzenim ve parayı yatırıyor. 20 dk. içerisinde ambulansın geleceği söyleniyor. Kuzenim bir an önce yatış işlemleri için İstanbul Mehmet Akif Ersoy Eğitim Araştırma Hastanesi’ne gitmeyi düşünüyor. Orada olan diğer aile bireylerine de “20 Dk. içinde ambulansın geleceğini söylüyor. Gidiyor ve hastanede işlemleri hallediyor. Dakikalar geçiyor ve saatlere yüz tutuyor, gelen giden yok. Arayıp hastaneyi soruyor “Nerede kaldınız?” telefonun diğer ucundaki ses ambulansın gelmediğini söylüyor. Hastane çalışanı ambulansın meşgul olduğunu bu durumda da anlaşmada oldukları başka bir şirket olduğunu oradan temin edebileceklerini söylüyor. “Ama fiyatı farklı”…

Buna da “Kabul” diyorlar. Amaç bir an evvel o hastaneden kurtulmak. Çünkü stent takılması gereken hastayı bir takım sebeplerle oyalayarak olayı bypass’a kadar götürmek istiyorlar… 2 Saatlik bir beklemeden sonra nihayet ambulans geliyor ve hasta İstanbul Mehmet Akif Ersoy Eğitim Araştırma Hastanesine naklediliyor.

Yaklaşık 1 saat içinde tekrar yapılan anjiyo sonrasında da stent takılıyor. Her şey kontrol altında!

Eniştem yine yoğun bakımda fakat 24 saat boyunca yanından hemşiresi ve de doktoru eksik olmuyor. Sağlığının, sağlık elemanları tarafından da önemli olduğunu anlıyor O.U. Kısa süre sonra toparlanıyor ve evine taburcu oluyor.

Dün akşam evine yaptığım ziyarette Şişli Hospitalium’da yaşadıklarının bilmediğim kısımlarını da anlattı eniştem O.

Duvarlara vurarak görevlileri çağırmaya çalıştığını, kimsenin gelmediğini. Neredeyse gece sabaha kadar yoğun bakım ünitesine kimsenin uğramadığını. Ve yine ünitenin hemen yakınında fosur fosur sigara içildiğini ve dumanın hastalara geldiğini ve de daha bunlara benzer birçok çirkin gerçeği…

Şimdi bu durumda benim ve diğer kişilerin aklına takılan sorulardan bir kaçı;

Neden Taksim İlk Yardım Hastanesi sevk için özel bir hastane olan Şişli Hospitalium’u seçti?

Bu durumdan olan çıkarı nedir?

Şişli Hospitalium Hastanesinde insana verilen değer bu yaşanılanlardan mı ibaret?

Hatta Türkiye genelinde insana verilen değer bunlardan mı ibaret.

Bunun sonucunu gereken yerlere yapılan başvurularımız neticesinde alacağımızı umuyorum.

Yazının sonunu güzel bir konuya ayırmış bulunmaktayım.

Çok değerli İstanbul Mehmet Akif Ersoy Eğitim Araştırma Hastanesi’nin tüm doktorları ve çalışanlarına insani tavırlarından dolayı sonsuz saygı ve teşekkürlerimizi borç biliriz… İyi varsınız…

Not; Bu yazının paylaşılması ve ulaşabildiğimiz kadar kişiye ulaştırılması rica olunur… Sağlık için. İnsan için…

Saygılarımla…
read more...

1 Haziran 2010 Salı

ADSIZ YERLERDEN GELDİM. SINIRSIZ YERLERDE YAŞAMAK İSTİYORUM.


adsız yerlerden geldim
toprağım yok
anavatanım belirsiz
ateşler yakıyorum parmaklarımla
ve sana şarkılar söylüyorum kalbimle
yürek telim gönül yakıyor
Filistin'de doğdum
yerim yok, toprağım yok, yurdum yok
böyledir, bizim kadınlarımız
acınla şarkını söylediğinde
seni darmadağın eder

read more...

21 Mayıs 2010 Cuma

HALK (!)

Bir ülke içerisinde yaşayan, değişik soylardan olan insan topluluklarının her biridir “HALK”… Halk büyük bir güçtür. Hatta zorba devlete kafa tutabilecek yegâne güç. Hayranım Halk’a… Fakat Halk’ın ayaklanma yaratanına hayranım. Edilgen olanına, korkutulmuşuna değil anarşist yanı baskın olanınadır hayranlığım. Bu yazımda kelimeleri özenle seçip, süsleyerek uzun uzun cümleler kurmayacağım. Süslü bir yazı olmayacak bu. Zaten kaç zamandır süslü yazılar yazdığımda söylenemez. Komşu ülkemiz Yunanistan’dan iki örnek sunacağım sadece. Bir çok örnek sunabilirim bir çok ülkeden. Ama hayır, özellikle Yunanistan…

Örnek 1- “6 Aralık Cumartesi gecesi Yunan polisi 15 yaşında bir liseli genci, Alexandros Grigoropoulos’u katletti. Bir grup silahsız liseli gencin polis karşıtı sloganlarına polisin verdiği yanıt gençlerin üzerine silah sıkmak oldu. Cinayetin gerçekleştiği yer, Atina merkezinde muhalif gelenekleri ile tanınan Exarchia Mahallesi idi. Cinayet sırasında binlerce genç çevrede yoğun olarak bulunan kafeteryalarda oturuyordu. Derhal sokaklara dökülen gençler sabaha kadar polisle çatıştı”. Devamı burada

Örnek 2- “Yunanistan’da hükümetin aldığı kemer sıkma önlemleri protestolara neden oldu. Yunanistan Komünist Partisi (KKE), Atina’da on binlerce kişinin katıldığı bir protesto gösterisi düzenledi. İşçilerin, memurların ve emeklilerin ön safları tuttuğu eyleme diğer sol görüşlü partiler ve işçi sendikaları da destek verdi”. Devamı burada

Olaylar verdiğim örneklerle ortada. Bir de kendi ülkemizi gözden geçirelim isterseniz. Ya da, ya da uzak geçmişe gitmeden son yaşanan olayı göz önüne alalım. Zonguldak’ta 32 kişinin “daha” ölümüne neden olan grizu patlamasını.

İçinde ölüm tehlikesini barındıran bir çok iş alanı var hem dünyada hem de ülkemizde. Fakat kaç tane ülkenin bakanı/bakamayanları kalkıpta bu tür olayların büyük bir “Talihsizlik” olduğunu söyler bilemiyorum..

Şayet bir embesilseniz, bu ve benzeri gelmiş geçmiş tüm grizu patlamalarının nedenini “Takdiri ilahi, Büyük Şanssızlık, Kısmetsizlik veya Kader” olarak görebilirsiniz… Ya da tam tersini… Bilemiyorum… Aklınızdan geçeni ya da kimin ne düşündüğünü bilemiyorum. Bildiğim tek şey, içinde yer aldığımız “Halk” kelimesinin hakkını veremediğimizdir… Yakında kafamıza kafamıza vurup balyozla düşünmemize de engel olacaklar ve yine ses çıkaramayacağız…

Halk

Madende ve cephede ölürler
Yaşarken değil ama ölünce kahraman olur her biri
Dinler onları kutsar, krallarda öyle
Oysa bilmez hiçbiri balık yumurtasının tadını
Lanetlidir düşleri.…………. demiş arkadaşımız T.Kurt… Ne de güzel demiş. Yüreğine sağlık…

read more...

16 Mayıs 2010 Pazar

Algıda Seçicilik

Algıda seçicilik insanların toplumda diğerlerinden ayrılmasını sağlar. Toplumda genellikle sanatçılar için kullanılan ‘’Farklı bakış açısı’’ deyiminin diğer bir açıklaması da denebilir.

Algının kapılarını zorlamak kimin görevi?


Sanatçının? Aydının? Okurun? Körlerin? Tavşanların? Godzilla’nın? Makinelerin? Mickey Mouse’un? Zorlamakla yetkilendirilmiş -ne demekse- olanların?


Kimin?


Herkesin diyemeyiz. Herkes aynı olsaydı dünya yaşanmaz bir hale gelirdi. İnsan olmaktan çıkıp bir makinenin ürettiği makineler haline gelmiş olurduk.


Algıyı kim zorlar?


Zorlaması gereken insanlar daha önceden seçilmez. Zeka kavramını en erken fark eden birey bunu çalıştırmaya başlayıp neden üzerine tasarladığı cümlelerini sonuç olarak ortaya düzgün bir şekilde atmayı başarmışsa bir süre sonra o cümleyi ünlü sözler başlığı altında bir yerlerde okursunuz.


Bilim ve sanat neden üzerine kafa yorarken sonucu hırpalamaya çalışanlar ne neden ne de sonuç üzerine zekâ motorunu çalıştırmaz. Bakmak ile görmek, duymak ile dinlemek arasındaki farkı bu yazıyı okurken düşünürseniz hırpalamaya çalışmaktan çıkar, bireyselliğin size vermiş olduğu gerekli zekâ antrenmanını da yapmış olursunuz. İnsanın hayatı boyunca sarf ettiği cümle ve beyninin ortaya koyduğu ide yumaklarının yüzde seksen yedisi boştur. Ya da jet hızıyla sol kulaktan sağ kulağa doğru hareket ederken, neden ve sonuç ilişkisini belirleyecek olan beynin orta kısmındaki çengellere takılmadan uzay zamana savrulur. Uzay zamandaki tüm boş düşünce yumaklarını bir araya getirdiğinizde ise ortaya anlamlı bir dizin değil kaos çıkar. Kaosun düzen yaratıp yaratamayacağı ise bilinemez. Uzayın sürekli genişlemesi belki de bu yüzdendir. Ses ve görüntülerin uzay zamana savrulmasından doğan kütle, sürekli genişleyen bir boşluğa ihtiyaç hisseder.


Algılanan kavramın zekâda somut hale getirilmesinde geçmişe yönelik kaydedilen düşün dizisi içindeki benzerliği dejavu’yu ortaya çıkarır. An içinde ortaya çıkan kavramın kayıtlı olan diğer kavramların daha önce yarattığı sonuçla benzeşmesi, en son ortaya çıkan kavramın da geçmişle örtüşmesine yol açar. Dejavu, tıpkı aynı derede iki kez yıkanılamayacağı*** gibi aynı kavramın farklı uzay zamanda yer almasına yol açamaz.


Algının seçiciliğinin bilinen hayatta kullanılmasının bireye kattığı artıları düşünebilmek, uzay zamana yollayabileceğiniz ve çengele takılıp biçimlendirilen nadir dizinlerden biridir.



***Herakles

A. Ozan

read more...

9 Mayıs 2010 Pazar

Sakarinli Sakız Sendromu

Bakkallardaki, marketlerdeki kocaman reyonları düşünün. Bisküviler, içkiler, deterjanlar ve daha bir sürü ürün. Ama benim için en enteresan reyonlardan biri sakız reyonları. Birkaç yıldır belki de daha az zamandır sakız sektörü koptu gitti. İsmini söylemek istemediğim, birçoğunun çoktan ezberlediği markaları var elbet. Şunu da itiraf etmek gerekir ki onların arasında hakkaten tutkuyla bağlı olduğum sakızlar var. Geçenlerde keşfettiğim ekşi- tatlı elma aromalı şekersiz sakız mesela. Öyle güzel ki!
Çantamdan ayıramadığım şeylerden biri sakız kutuları. Yemeğin üstüne, yemekten önce, akşam yatmadan hemen hemen her vakit ağzımda sakız.. Tabi sakız derken ‘Falım’ sakızlarından bahsetmiyorum. Çünkü onlar oldukça ‘demode’ ve ‘tatsız’ kaldılar(!) Dönüşüme uğramaları şart gibi görünüyor.
Yemek yemenin sadece karın doyurmaya değil başka amaçlara hizmet ettiği(özellikle de aşırı tüketim anlayışından nasibini almış ve kendini dönemine ait hissedip rahatlama ihtiyacına) uzun soluklu süreçte sakızlar da oldukça hayatımızda. Binbir çeşit yiyecek firmasından milyon tane ürün çıkıyor. Reklamları profesyonelce yapılan bu markalar er ya da geç ilgi çekiyor; kısa sürede müşterisini yaratıyor. Bu yerlere giden insanlar da merakla yeni çıkan yiyecekleri tadıyorlar. Beni en şaşırtan fast foodlardan biri Zümküfül’dü mesela. Yanlış hatırlamıyorsam içinde sosis, amerikan salata ve tabiî ki her sandviçin olmazsa olmazı ketçap ve mayonez var. Tabi bir süre sonra yeni çıkan ve ‘lezzetli’ yiyeceklerden kaçınmaya başlıyoruz. Çünkü kalori bombası olan bu yiyecekler kısa zamanda kilo aldırıyor. Kilo sorununa çözüm olan (!)’ kampanyalı spor salonları’ da var. Gündüz istediğini yiyip akşam spora giden ve kendini rahatlatanların sayısı az değil. Aşırı yağlı yemek yiyip kilo alan ve ardından spora başlayan ama çarpık bir yaşamın kısır döngüsü içinde kalan şehir insanlarında hal böyleyken bu döngüden bunalıp hayatına her pazartesi yeni bir sayfa açanlar ise hafta başında marketlere yumulup ne kadar diyet ürün varsa onları alıyor. Ve tabi şekersiz sakızları da!
Bir gün bir markete girip birkaç parça şey aldıktan sonra kasa kuyruğuna katılmıştım. Yan kasadaki müşterilerden biri kilolu bir kadındı. Aşırı kilolu değildi ama riskliydi. Elinde diyet peynir, kepek ekmeği, diyet yoğurt, biraz da elma vardı. Ve tabiî ki birkaç paket sakız… Rejime başlamış gibiydi. Muhtemelen ‘şekersiz’ yaşamı kabul etmeyen bünyesi er ya da geç şeker isteyecek ve aldığı ‘şekersiz(sakarinli)’ sakızları onu idare edecekti(!)
Diyet peynir, diyet bisküvi, diyet yoğurt, kepek ekmeğini… alanlar yağlı yeme alışkanlığını pazartesi günlerinde bırakıyor(!), sağlıklı yaşama ‘merhaba’(!) diyor. Sporlu ve az yemekli yaşam tarzına ayak uydurmaya başladıklarını zannedenler bedenlerini ve zihinlerini avutmaktan başka bir şey yapmıyor aslında. Bu vakitlerde yanlarında taşıdıkları ‘motivasyon’lardan biri de sakız oluyor sadece(!).
Tatlı vazifesi gören çilekli, vişneli ve çikolata aromalı sakızların tadı o kadar gerçek ki çilekli pasta ya da profiterol yermiş hissini veriyor. Vişneli bir sakız çıkarıp çiğnemeye başladığında sanki vişneli kek yiyormuş gibi… Şekeri hayatından çıkaramayanların başvurduğu sakızlar da böylece şekerli abur cubur yeme ihtiyacını yok ediyor(!)
Çantasından hışır hışır sakız paketi çıkarıp elindeki simidi sonraya saklayan ve kendini en azından bir süreliğine sakızla kandıran aşırı kilolu insanlar gördüm. Fakat vişneli, frambuazlı ya da elmalı sakızın şekeri gider gitmez ağzından çıkarıp, aldıkları simide yumulanların durumu acınası değil midir? bilemedim.
Sakız, çağın hastalığına yakalanmış obezite ve anorexia hastalarının kurtarıcısı(!) . Kilo alma, ardından kilo vermeye çalışma, tekrar kilo alma ve yeniden kilo verme döngüsünde olanların da; kilo almaktan çok korkup her zaman aç yaşayanların da çantalarında sakız. Zayıflama sektörünün sömürüsü olan kadınların listelerinde ‘light’ ürünler, şekersiz sakızlar ve az biraz da spor salonları var. Sakarinli sakızlar zayıflama zihniyetinin çarpıklığını ve bu sektörün sahteliğini gösteriyor sadece.
read more...

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Kadının BİPPP Hali

Annem ‘babadan’ Fenerbahçelidir. Ne zaman futbol muhabbeti yapsa bilmem kaç yılından kalma bir iki futbolcunun adını söyler durur. Halbuki aradan geçen yıllarda annemin babadan kalma Fenerbahçe’sinde birçok futbolcu transferi yaşanmış; antrenörler değişmiştir. Etrafındaki insanlar bakar sonra; anlayamazlar onun saydığı isimleri.
‘Ben babadan A partiliyim’ cümlesini siyasi bir tartışma olduğunda kimi kadınlar donanımlı olduğunu göstermek için kullanır. Çünkü önemlidir; taa babasının gençliğinden bu yana bir A ya da D partisi geleneğinden gelmek. Babadan gelen bu enteresan ahlak anlayışına oldukça önem verildiği aşikar. Çocukluktan bu yana anne, baba ve diğer çevre tarafından yetiştirilen daha doğrusu güdümlenen kadının vizyonu özellikle de ‘babadan geçmesi kaçınılmaz yamuk yumuk fikirler’ le oluşuyor . Aslında bu hal baba figürünün doğrudan dogması değildir. Babayı çocukluğunda yanlış anlayan genç kızlar ‘kadınlık’larında da yanlış anlamaya devam ederler. Babalarının tuttuğu takımı; bağlı olduğu siyasi partiyi sahiplenmek gurur verir kimilerine.
Günlük hayatta sık karşılaşılan kadınların ataerkil futbol ve siyasi parti taraftarlığı namus kavramıyla da iç içe gibi. Çünkü kadın, evlenene kadar bekaretini babasından gelen anlayışla muhafaza eder. Bu hal öyle kutsaldır ki gelinlik giyince belde bir kırmızı kuşağının olması hem babasına hem erkek tarafına ve dolayısıyla kadının kendisine gurur verir.
Namus anlayışı kadının hayatında uzun bir sürece yayılır. Kadını günlük yaşamında çok düşündürmez. Çünkü taa çocuklukta başlar ‘namuslu olmak’. Onun üzerine deneyim yaşayamadığından ne uzar ne kısalır kadın. Fakat bu meselenin dahil olmadığı, deneyimlenebilen ve babayı hatırlatan başka şeyler vardır elbet. Böylece baba kutsallığı neredeyse her gün onaylanır durur gencin kafasında. Bu bir nevi ayindir aslında.
’Namus’u evlenene kadar üzerinde taşıyan kadınların bu durumu hayatlarının birçok alanına yayılmış durumda. Ataerkil bir hale nasıl geldik bilmiyorum. Aslında bildik şeyleri tekrarlamaktan sıkıldığımdan bilmek istemiyorum sıkıcı cevaplarını. Klasikleşmiş birkaç bilgimiz ataerkilliğin sebeplerini rakı masalarında konuşturur durur. Nedir mesela? ; ‘Efendim işte Müslümanlaştıktan sonra ataerkil olmuşuz. Halbuki Orta Asya kültüründe kadın en üst seviyedeydi. Ama ne olduysa İslamiyet’e ‘’alıştıktan’’ sonra kadın değişti. Anneden gelen alışkanlıkları doğru kabul etmek yerini babadan gelen pratiklerin meşruluğuna bıraktı’. .. Bu durumda, Osmanlı İmparatorluğu’nun Hürrem Sultan’ları da zaten ‘yabancı uyruklu’ olduğu için padişahları parmağında oynattı(!). Bakın bakalım Hürrem Sultan yerine bir müslüman kadını olsaydı 1. Süleyman’ı öylee kuklalaştırabilir miydi(!) ?
Kadının farkında bile olmadan kabul ettiği ve bunu taşımaktan memnun olduğu alanlar saymakla bitmez. Bunların en çok bilineni ‘namus’tur sadece. Kadının babadan ve dolayısıyla atalardan gelen dogmalarla konumlandırılması ve kendi kendini konumlandırması çekicidir kadın için. Bu çekicilik etraftan talep edilip beklentiler inşa ettiğinden kadının da istediği şey olmaktadır kısa zamanda .
Böylece kadın hep kendi imgesiyle dolanır durur etrafta. Gülerken hatta çok yakınının mezarı başında ağlerken dahi ister istemez kendini dışarıdan gözlemler. Gözlemler çünkü bu öğretilmiştir ona. Böylece kadın ikiye bölünür: gözleyen ve gözlenen olur. Kadının dışarıdan nasıl göründüğü onun yaşamına başarı denen şeyi getirir(!). Kendi varlığının kanıtı bir başkası tarafından beğenilmek ve kabul görmekten ibarettir hatta...
read more...

30 Nisan 2010 Cuma

1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramı Kutlu Geçer Umarım... (Ummak; Sancılı durum)...

Hatırlatma;

1 Mayıs 1977 günü İşçi Bayramı`nı kutlamak üzere çeşitli illerden İstanbul`a gelen yaklaşık 500 bin kişi DİSK`in organizasyonu önderliğinde Taksim Meydanını doldurdu. Katılımın yüksek olması sebebiyle kortejlerin alana girmesi uzun sürmüş, miting de uzamıştır. Saat 19.00 sularında dönemin DİSK başkanı Kemal Türkler konuşmasının sonuna geldiğinde etraftan silah sesleri duyulmaya başlandı. Sular İdaresi binasının üstünden ve meydandaki otelin çeşitli katlarından açılan bu ateş sonucu insanlar panik halde kaçmaya başladı, kısa bir süre içinde İntercontinental Otelinin de üst katlarından da ateş açıldı.

İnsanlar panik halde kaçmaya çalışırken panzerler de kalabalığın arasına doğru girmeye ve kitleleri sıkıştırarak Kazancı Yokuşuna itmeye başladı. Kalabalığa ateş açılıyordu fakat polis ateş açanlara değil, kalabalığın üstüne saldırıyordu. Bir kamyonun tıkadığı Kazancı Yokuşundan aşağıya kaçmaya çalışan kalabalığı daha da korkutmak için bir daha ateş açıldı. İnsanlar panzerler altında kalarak ve birbirlerini ezerek kaçmaya devam etti.

28 Kişi ezilme ya da boğulma nedeniyle, 5 kişi vurulma nedeniyle, 1 kişi de panzer altında kalarak yaşamını yitirdi. Yaklaşık 130 kişi de yaralandı. Ölenlerin çoğu Kazancı Yokuşu'nun başında, park edilmiş kamyon yüzünden sıkışarak ölmüşlerdi. 470 Kişi göz altına alındı fakat hiçbirinin olayla ilgisi kurulamadı.

Ateşi kimin açtığı tam olarak belirlenememiş, olay halen aydınlatılamamıştır. Sular idaresinin çatısından ve otel odalarından ateş açanlar bulunamamıştır. kaynak...

Kanlı 1 Mayıs'ın ertesi bazı gazetelerin başlıkları ise şöyleydi;

Hürriyet: Mayıs katliamı: 34 ölü,
Milliyet: Taksim’de kanlı miting: 34 ölü, yüzlerce yaralı,
Günaydın: Maocu vatan hainleri işçi bayram’ını kana buladı: 39 ölü var!
Cumhuriyet: 1 Mayıs kanlı bitti: 33 ölü.
Politika: 1 Mayıs töreni saldırıya uğradı - 35 kişi öldü, yüzlerce yaralı var,
Tercüman: Maocular, disk’in İstanbul’da yaptığı mitingi bastılar - 34 ölü var,
Son Havadis: Taksim savaş alanı gibiydi - kızıllar kudurdu, Her gün: Solcular 40 işçiyi katletti,
Bayrak: Taksim’de 38 ölü,
Yeni Asya: Disk mitinginde komünistler birbirini yedi, 40 ölü - Taksim’de savaş...

Tam da 33 yıl evvel bugün hayatını kaybetmiş olan "35 can"ı saygı ile anıyorum...

Dileğim bu yıl daha bir başka heyecan ve merakla beklenen "1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramı"nın gerçek bayram tadında geçmesidir.

KUTLU OLSUN...

Gülcan Ç.

read more...

27 Nisan 2010 Salı

Seçtim Ben “Acıtsın”…

Seviyorum meyve ve sebzelere dokunarak almayı. Bu yüzdendir büyük marketlere inatla, bas bas bağırıp en iyi ürünü kendisinin sattığını iddia eden pazarcı, esnaf kişisinden alışveriş yapma nedenim. Çilek seçiyordum tam da. Üzerine rastgele saçılmış, ortasındaki kartona üstün körü “Tarla çileği bunlar” yazılı bir tezgâhtan…

Ben çileklere dokunurken “O” da bana dokundu aynı anda sağ tarafımdan. “O”... Birisi “O”… Tanımıyorum… Koluma dokundu sertçe. Hayır, hayır tuttu kolumu sıkıca. Sıkıca kavradı hatta. Tanıdık birisidir düşüncesi ile çevirdiğimde kafamı “O”na doğru, fark ettim tanımadığımı. Gülümsedi gözlerime. Sonra bir şeyler söylemeye çalıştı. Konuşamıyordu… Yanında duran, koluna girmiş olduğu yaşlıca adamı işaret ediyordu. Adam da sıkı sıkı tutmuştu kolundaki kişiyi. Sıkı sıkıya tutunmuşlardı birbirlerine. Rengi bozarmış, alelade bir şekilde kesilmiş kısacık saçları vardı kızın. Benim yaşlarımdaydı sanırım. Belki de benden büyüktü. Küçüktü ya da ne bileyim. Hem ne önemi var ki yaşının ne olduğunun. Konuşamıyordu işte. Sadece işaret edebiliyordu. O da anlayamayacağım bir dilde… Anlayamayadığım bir dilde,,,, yanındaki kişiyi… Yaşlıca adam (sonrasında amca diye hitap ettiğim kişi) girdi hemen devreye. “Özürlü “O” özürlü. Kusura bakma. Babam diye beni gösteriyor sana?” dedi… Babasıymış... Girmiş koluna kızının sıkıca. Öyle ya, kalabalıktı Pazar. Kopmamalıydılar o kalabalıkta birbirlerinden… “Özürlü de nasıl laf be amca? Hem ne kusuru aynı zamanda?” dedim babaya ve kızına döndüm derhal. Gülümsedim yüzüne ne diyeceğimi bilemeyerek “Ah be güzelim. Keşke anlayabilsem seni” diyebildim sadece… Devam etti anlatmaya bir şeyleri. Kolum elindeydi hala. Sıkı sıkı tutmuş sarsıyordu kolumdan. Bende onun kolunu kavradım ve sıktım hafifçe. Kendisini önemsediğimi anlamasını istedim. Önemsemiştim. Önemsemeden edemezdim.

Kızım için aldığım şeylerin torbasını öylesine sıkıştırdığım kol çantamın fermuarı yarıya kadar açık kalmış. Fark etmemiştim. Tuttu torbanın dışarıda kalan kısmından ve bir şeyler söylemeye çalıştı yine… Yine ve yine… “Anlamıyorum seni… Anlayamıyorum. Keşke anlayabilsem” dedim gözlerinin ta içine bakıp, diğer yandan umutsuzca sallayarak başımı sağa sola. “Ne var bunda diye soruyor” dedi yaşlıca amca. Belirtmeyi de ihmal etmedi bu sefer “Sen konuş. “O” seni anlar” şeklinde. Sevinmiştim aslında anlıyor olmasına söylediklerimi. “Kızım var benim de. Onun için aldığım ufak tefek birkaç şey var içinde” diye cevap verdim babasının bana “Özürlü O” diye takdim ettiği kızcağıza… Aklımdan da “Çantamda “O”na, o anda hediye edebileceğim bir şey var mı ki?” diye geçiriyordum bir yandan. Yaklaşık yarım saat önce aldığım sarkaçlı küpelerimi anımsadım ve gözlerinden kulaklarına kaydırdım gözlerimi. Baktım... Delikti kulakları. “Sevinir mi ki?” diye düşündüm yine aklımca. Sevinmesini istiyordum çünkü. Mutlu olmasını. Belki geçici mutluluk olacaktı bu “O”nun için ama olsun. Mutlu olsundu. Hafızasında kalmak istiyordum. Neden? “O” benim hafızamda yer edecekti çünkü. Karışık, içinde sanırım bir tek benim olmadığım çantamdan buldum sevimli küpeleri. Uzattım ona doğru… Sevindi gördüğüne. Çok sevindi… O kadar ki, tuhaf sesler çıkararak gülümsedi gürültüyle. Gülümsemeye çalıştıkça tükürükler çıkıyordu dudak kenarlarından. Tiksinmedim… Belki de ilk kez bir insan tükürüğünden. Kolumu bıraktı “O”na sunmuş olduğum süslü püslü küpeyi almak için. Babası da mutluydu şimdi. Gülümsedim son kez, omzuna dokundum dost sıcaklığıyla ve tekrar döndüm seçmek için çileklerimi. Sırtıma dokundu bu sefer. Hayır, hayır. Sarıldı sıkı sıkıya. Nasıl da sıcaktı. “Sevdi seni” dedi yaşlıca amca. “Ah be amca ne diyeyim. Bunun da adı hayat işte. Sakın ha bırakma kızını” dedim aptalca. Yaşlı adam da “Ne yapacaksın be kızım? Biz de bu hayatı yaşıyoruz işte. O benim hayattaki tek dalım. Bırakır mıyım hiç” dedi oldukça umutla… Dedi ve uzaklaştı yanımdan kolunda sıkı sıkıya tuttuğu kızını çekeleyerek… Çekeleyerek götürdü yaşlı amca bana “Özürlü “O” diye takdim ettiği kızını. Çekeleyerek götürmeye de devam edecekti…

Derin not;

Gözlem acıtır!

Görmeden geçmek koyar!

Seç birini…

********

Seçtim.

Görmemekten iyidir.

Acıtsın…


Gülcan Ç.

read more...

26 Nisan 2010 Pazartesi

Ağzı süt kokan eli-kolu ayağı-bacağı oyun isteyen bebeler.

Bugün doğum günüydü kızımın. Ben tam onbir yıl önce bir çocuk doğurmuştum ve işte bugün "doğurduğum" o günü onbirinci kez kutluyorduk. Tüm günü birlikte geçirdik. Kızımın "okulu kırmasına" izin verdim. Bugün de gitmeyiversin okula deyiverdim. Doğuran ve doğan olarak varlığı ve yokluğu sorgulamadan yedik içtik. Etrafımızı kuşatan kötülülük çemberinin küçülerek bizi orta yerine sıkıştırmakta ve nefessiz bırakmakta olduğunu birimiz hissetmezden geldi; diğerimiz gerçekten de hissetmedi.

Doğurduğum çocuğun doğum günü akşamüstüne ulaşmış ve biz metrobüste o günü sonlandırmak üzereyken gözlerimden en feci kareleri geçti bugün hepimizin bir yıl gecikmeyle duyduğu o planlı vahşet. Bizden sonra metrobüse binen genç anne ve kucağındaki kız bebeğine böyle bir günde-bizim mutlu günümüzde- sevgiyle ve gülümseyerek bakamamam ama o vahşete inat olsun diye belki de bunun için kendimi zorlamam ardı ardına yaşadığım oldu tüm yolculuk boyunca. Annesinin kendisine ulu orta sunmaktan çekinmediği sağ memesinden sütü ağzına çekerken cuk cuk küçük kız bebek, bana da bol bol tekme savurdu sağ bacağıyla. İnatla gülümsemeye çalıştım. "İşte böyle bir şeydir onlar da." Ağzı süt kokan eli kolu; ayağı bacağı oyun isteyen bebeler..

Ne "Kötü zamanlardayız tüh tüh.." deyip evin yolunu bulup gözlerimdeki kareleri bir an önce silmek istedim ne de olayın ve benzeri olayların nedenlerini derinlemesine "deşen" ama deştiğiyle kalan programları izlemek...

İçimde ve beynimde kocaman bir boşluk oluştu. O boşlukta dehşetli dehşetli sallanıp durdu ağzı süt kokan ayağı bacağı oyun isteyen o kız bebe. Dehşetin boşluğunda.. kara bir delikten yu-var-lan-dım aşağı.. çok aşşşşağıııı.
read more...

23 Nisan 2010 Cuma

YEREL ERASMUS NEDEN DÜŞÜNÜLMESİN?

Evvelki yıl okulumuzun sosyoloji öğrencilerinin bir kısmı Van’a gitmiş ve Van Üniversitesi öğrencileriyle Türkiye’nin diğer okullarından gelen öğrenciler bir haftalık yoğun gezi programı yapmışlardı. Bunun yanında isteyen öğrenciler üzerine çalıştıkları konuları sunmuşlar ve böylece arzulanan bilimsel ortam yaratılmıştı.
Geçtiğimiz pazar günü okulda bir toplantı yaptık sosyoloji öğrencileri olarak. Bu aslında Van Üniversitesi öğrencileriyle tanışmayanlar için tanışma; tanışanlar için hemen hal hatır sormacaya dönüştü. Ziyaretine gittiğimiz Van Üniversitesi öğrencileri bu yıl bizi ziyarete gelmişti. Toplantının ardından bir haftalık gezi programı pazartesi günü itibariyle uygulanmaya başlandı. Kültürel gezi programının yanında bol bol saha gezmeleri de var: kadın derneklerine, Göç Araştırma Enstitüsü’ne gitmek gibi. Gezi programının içinde Anadolu ve Avrupa yakalarının çeşitli semtleri var. Özellikle Anadolu yakasının da dahil edilmesi hoşuma gitti doğrusu. Çünkü turistik gezi anlayışı nedense hep Osmanlı tarihini anlamak üzerine kuruludur. Camiler, medreseler, saraylar gezilir de kimsenin aklına turistleri Moda’ya götürüp orada bir çay içirtmek gelmez. Kısaca yapılan programı sevdim. Ama beni heyecanlandıran, coşturan şey programın cesurluğu değil!
Tanışma toplantısında hissettiğim böyle bir buluşmanın çoktandır ihtiyaç duyulur olduğuydu. Üniversite öğrencileri arasında çok popüler olan ‘’Erasmus’a gitme’ halinin yerele dönüşmesi gibi bir şeydi bu buluşmamız da. Yurtdışına gidip oradaki üniversitelerden birinde öğrenime devam etmek ve bu arada o memleketin kültürünü, kentini tanımak çok arzulanan bir şey. Desiderius Erasmus’un esin kaynağı olduğu uluslar arası üniversite öğrencilerinin değişimini(Erasmus Değişim Programı) acil olarak ülke içinde de başlatmamız gerek.
Azınlıkların ‘tanınmaya’ başlandığı, dillerini konuşabilme imkanlarının tartışıldığı, kardeşlik kavramının bu vesileyle farklı bakış açılarıyla ‘genişletilmeye’ ve pratikte uygulanmaya’ gayret edildiği’ bu süreçte bir nevi ‘Yerli Erasmus’un güzel olabileceği kanaatindeyim. Özellikle iletişim çağını yaşadığımız bu dönemde şehirlerarası üniversite geçişliliğinin başlatılması oldukça verimli sonuçlara kapı açacaktır.
İletişim, günümüzde ülke, kültür, ırk, cinsiyet ya da daha yerel farklılıklar(lehçe, sosyal statü…) ayırmadan cesurca dünyayı kapsamakta. 16. yy’da bilimin ve sanatın yayılmasını; kültürlerarası geçişliliğin olmasını savunan Erasmus ilerde adını alan Erasmus Programı için esin kaynağı olmuştur. Erasmus Programı günümüzde üniversite öğrencilerinin neredeyse gerçekleştirmek istediği ilk amaçlar arasındayken ülke içinde bu mantığı neden oturtmuyoruz? Politikacılarımızı; ‘ülkemiz kültürel bir mozaik’ cümleleriyle tanıyoruz ve ilkokuldan beri bunu ezberlemiş durumdayız. Peki bu mozaikler neden birbirini üniversite çatısı altında tanımasınlar? Böylece YÖK gibi bir engele rağmen üniversitelerde yapılmaya çalışılan her türlü bilimsel faaliyet bu yolla birçok okula aktarılmış olur. Beri yandan da farklı hayatlar buluşma şansı yakalar.
Erasmus’un Rönesans fikrinin dürüst savunucularından olması ve eğitim dünyasına getirdiği devrim niteliğindeki fikirleri kendi dönemi için de günümüz için de aslında oldukça ileri düzeyde kalmaktadır. Erasmus, döneminde hakimiyetini yitirmiş fakat yine de etkisini sürdüren Papalık kurumunu fikirleriyle ciddi anlamda tehdit etmiştir. Rönesans’la beraber İncil, biraz olsun alternatif fikirlerle dogmatik halinden uzaklaşmış ve tek kitap olmaktan çıkmıştır. İşte bu süreçte Erasmus ve onun gibi insanlar dine alternatif bir alanda durarak dünyaya ve özellikle eğitim dünyasına farklı bir açıdan yaklaşmışlardır. Erasmus’un eğitime dair anlayışı aslında bilimin evrensel özelliklerine de tekabül eder; bilimin herkes için olması, öznel olmaması… gibi. Eğitimi de evrensel bir hak ve paylaşılması gereken olarak kabul etmiştir. Kültürler arasında bilim yuvası olan üniversitelerden çıkan fikirler dağıtılmalı, tanıtılmalı ve diğer kültürlere de nüfus etmelidir. Böylece uluslar arası arenada söz söyleme hakkı papalıktan üniversitelere doğru yön değiştirmiştir. Günümüzde ise Erasmus Değişim Programı’yla bu anlayış yaratılmaya devam edilmektedir. Her ne kadar ‘erasmusa giden’ öğrenciler değişim programını ‘erasmus partilerinden’ ibaretmiş gibi bir hale soksalar da durum yine de o kadar kötü değil. Diyeceğim o ki; ülke içinde de yerel bir okul değiştirme haline girmeliyiz. Eğer ülkemiz çok kültürlüyse cidden erasmus değişim programının mantığına temelde uygunuz demektir. Bir an önce ülke içinde üniversiteler değişim sürecini başlatmakta fayda var.
read more...

18 Nisan 2010 Pazar

Eden Mi Buldu? Çok Mu Geç Oldu?

"Deniz gezmiş ve arkadaşlarını astıran hakim öldü!"

Bugün bu haberi duyduğum anda “Etme bulma dünyası, iyi olmuş” şeklinde gayri ihtiyari bir yanıt verdim kendimce. Ve düşündüm hemen ardından “Bir insanın ölümüne sevindin mi sen Gülcan?” Şaşırtıcı bir şeydi bu. Birisinin ölüm haberini almış ve aklımdan geçirdiğim birkaç kelime sonrasında da “İyi olmuş”u eklemiştim… Evet, sevinmiştim. Kişinin kendisine bile itirafı zor belki bunun, fakat ben bu habere sevinmiştim.

Deniz, Hüseyin ve Yusuf’un idamına karar verip de kalem kıran sıkıyönetimci, cuntacı Ali Elverdi böyle bir sonu hak etmemişti aslında. Hatta 86 yaşında değil, daha erken bir yaşta, daha da hak ettiği şekilde ölmeliydi bana göre. Bu ölüm geç kalmış bir ölümdür aslında. Yine de kendi sonunun da o katlettiği gençlerin sonlarına benzemesi, yediği yemeğin nefes borusuna kaçması ve solunum yetmezliği sonucu ölmesi bana bunun nedenini “Mazlumların ahı mıydı bu son?" diye düşündürmedi değil…

Keşke yargılanabilseydi. Ama adalet sisteminin y(!)oktan olduğu memleketimde bunun gerçekleşmesini beklememiştim hiçbir zaman… Etmişti,,,, benzerini buldu,,,, ve sonu ettiğinin benzeri oldu…

İlahi adalet değil. İnanmam ilahi güce. Edenin bulduğu çok geç kalmış bir sondur bu...

Gülcan Ç.

read more...

İmdat! Ulaşılamıyor…

Beşiktaş’taydık. Üsküdar’a giden takaların karşısındaki çay bahçesinde oturuyorduk. Eskiden şimdiki Üsküdar iskelesinin yamacına sokulmuş sosyal bir alandı. Belediye tarafından bir gecede yıkıldı sonra.
Pazar günü, hava güzel, kalabalık ve Fenerbahçe-Beşiktaş maçı Kadıköy’de. Beşiktaş taraftarı, meşhur Çarşı. Çarşı içinde toplanıyorlar, içiyorlar, eğleniyorlar, maça bileniyorlar ve toplu olarak Kadıköy’e gitmek üzere, takalara, iskeleye dayanıyorlar. Stadın aldığı kadar adamı bir taka alamıyor, çarşı kaptana, yardımcısına karşı! Atıyorlar kaptan yardımcısını yukardan güverteye. Polis yok mu? Tekne batsın mı? Kaptan tartaklanıyor…kaptan iskeleye bir yaklaşıyor, bir uzaklaşıyor. Polis yok mu?
Geliyor çevik kuvvet ve tekne boşaltılıyor, cop marifetiyle.
Az ötede bir umumi tuvalet. Tuvaletçi tek başına! Çarşı ellerinde sopalarla, elinde bir tek fırça tutan tuvaletçiye karşı! Çarşı tuvaletçiye karşı…Ayıp ettin Çarşı!
Polis yok mu? İmdat? İmdaat? 155 polis imdat cevap vermiyor!
Hafta sonları suç stadlara mı gidiyor?Onun dışında polis yok mu?
155 polis imdat cevap vermiyor! Cevap yok mu?
read more...

Anadolu Kilimleri Tadında Bir Hikaye

Bu vakitlerde bir modernizm takıntısı aldı başını gidiyor bende. Sokakta yürürken ya da okuduğum ettiğim birçok şeyde sürekli gözüme takılmaya başladı modernizm ve onunla ilintili şeyler. En çok da hayalleri kurulan ve Fransız İhtilali’nden beri yaratılmaya çalışılan, pamuklara sarılıp günlük yaşama katılmaya çalışılan modernlik çabası dikkatimi çekiyor. Türkiye’de özellikle Cumhuriyet’in ilanıyla beraber devletten topluma doğru geçirilmeye çalışılan ‘modern olalım’ çabası gözüme takılan birçok detayda bu projenin ne kadar da ironik başarısızlıklar içerdiğini her defasında kanıtlıyor gibi.
Şişli’de oturuyorum. Ve genelde işinden evine gitmeye çalışan ‘iş insanları’nı görüyorum. Bir koşuşturmacadır gidiyor burada. Şişli’ye dair gözümde canlanan manzara hep kilit bir trafik ve mutsuz suratlar. Fakat bu kargaşanın arasında vaktinin çoğunu evinde geçiren ve ev düzenleri konusunda oldukça takıntı sahibi ev kadınları da yok değil. Onları sabahın erken saatinde veya işten eve dönüş saatlerinde sokaklarda görmüyorum. Daha çok öğlen vakti ve akşam 5’te rastlaşıyoruz. Bu zaman aralıklarında dışarıda ne yaptıkları üzerine ahkam kesmeyeceğim. Ama günlük pratikleri konusunda üç aşağı beş yukarı tahmin edilesi olduklarını da inkar edemem.
Birkaç gün önce evimin yakınlarındaki Hayrettin Karaca Parkı’nın önünden geçiyordum. Parkta genellikle gündüz vakti yaşlılar oturur, hava alırlar, yaşıt olanlar birbirleriyle sohbet ederler. Ama o gün ilgimi çeken, hatta dakikalarca parka odaklanmama sebep olan, modernizm projesinin başarısızlığını bir kez daha kanıtlayan bir durum hikayesiyle karşılaştım.
Parkta 2-3 tane kadın… Ellerinde sopalar ve halılar... Sopayla vurarak temizledikleri halılarını mutlu mesut kıvırıyorlar. Geri kalan halılar ise parkın dekoratif demirlerine asılmış havalandırılıyorlar. Parkın ufacık parkurunda yürümeye çalışanlar ve diğer tarafında halılarını temizlemeye çalışan kadınların verdiği manzara oldukça ilginçti.
Zıtlıklar ülkesi benim ülkem. Kararsızlık, tedirginlik, arabesk motifler yoğun. Hayrettin Karaca Parkı’nda da Anadolu kilimleri kadar arabesk motifler hakim: birbirine kontrast görüntüler ama bu görüntülerin yan yana olmasının doğallığı; bunların göz yorucuğu fakat bir yandan bu yoruculuğun bir o kadar da alışılmış olması…
read more...

12 Nisan 2010 Pazartesi

Dalga Geçip Adam Seçmek

Kültürel ve tarihi yapıları yıktırmazlar.
Cezası vardır.

Müteahhide veremezsin. Kazara yangın çıksa bittin. 200 yıllık ayakta zor duran kararmış tahtaları tamir ettir diye sana para verirler ama yaptırdığın tamir tadilat bir işe yaramaz.
Yıkamazsın, içinde oturamazsın..

Ama Emek sinemasını el birliğiyle yıkarlar.
Sebep?
Koltuklar yağlı.

Pire için yorgan yakmak deyimi hiç var olmasaydı bile sırf bunun için yaratılabilirdi.
Tarihi ve kültürel yapı olduğu tescilli, Beyoğlu’nun adıyla birlikte anılan, film festivallerinde akla gelen tek sinema salonu ‘’iyileştirmek’’ adına yıkılacak.

Yağlı koltuklar değiştirilecek, fuayesi düzenlenip genişletilecek... miş !
Sanırım Beyoğlu’na yeni bir WC alanı ya da otopark lazımdı.

Yeniyetmelerin ağzında tekerlemeye benzer bir deyim vardır.

‘’Dalgamı geçiyon adam mı seçiyon?’’ diye söyleyince komik bir eda oluşturan aslında hoş bir deyim.

‘’geçiyon - seçiyon’’ yerine ‘’geçiyorsun- seçiyorsun’’ denilse daha ciddi bir protesto izlenimi verecek olan bu cümle de yıkanlar için uydurulmadı ama cuk oturdu.

Tarihi binalar yıkılamazsa Emek sineması ne demeye yıkılıyor?
Hem dalga geçip hem bina seçmek diye buna denir.
read more...

1 Nisan 2010 Perşembe

Senin Ruhun Ne Renk Orphe?

Algının seçiciliği mi? Yoksa hayal kalelerinin savunması mıdır Orphe? İrinli bir beynin anatomisinin DNA’sını yaratan nedir?
O mu?
Sanmam.
Orphe yalan söylüyor.
Korktuğu için yalan söylüyor.
Satranç bu belli mi olur? Tüm taşlar dünyadaki tüm renklerden arınmış bir şekilde siyah ve beyaz ki 2 renk yalan ve gerçeğin ta kendisi.
O halde ölüm ne?
Kaç bilinmeyenli bir denklemi çözmek için çaba sarf etmeli? Üstelik şah ve vezir karşı tarafa geçip ihanetin en koyusunu hazırlarken ..
Söz verme Orphe... Sözlerin ölümcüldür senin.
Tutmalısın ki ölesin...
Ölmelisin ki tutasın...

Varoluşçuluk tüm mantığı oluşturan evrene doğru çıkılan sorular sürüsünün başlangıç çizgisidir. İlk adımı atarken ölürcesine korkular geçirip, sorduğun her sorunun cevapsızlığı seni ilk adımda karanlığa sürükler.
Evren bu yüzden karanlıktır.
Var olmak da beyaz.
Ben gri olduğunu hiç görmedim.
Peki senin ruhun ne renk Orphe?

Şah... Mat!
Rol yapmak yok!

A. Ozan...

read more...

Kaosun Altın Çağı

Yunanlılar evreni kaosla başlattılar. ‘Önce kaos vardı..’ diye başlar varoluş. Yazıma böyle afili bir şekilde Yunanlılardan bahsederek başladığıma bakmayın. Doğu’yu çok iyi bilmesem de uygarlığın Yunan’la başlamadığını biliyorum. Konuya gelince, kaos bir varoluş serüveni insanoğlu için ve devinimini yitirmeden hala var olmaya çalışan maddeler dünyasında hükümranlığını sürmektedir.

Teknoloji Çağı dediğimiz şu erken evrede kaos tekrar canlanmış, metropollerden kablolar ve uydular aracılığıyla ıssız topraklara kadar tüm dünyaya yayılmıştır. Sokaklardan gelen çocuk ve motor seslerinden tutun da kafamızda sürüklediğimiz düşüncelerle çöllere kadar onu her yere götürdük. Kaos bizi kullandı diyebiliriz, hepimiz ona hizmet ettik tarih boyunca.

Gündelik yaşantımıza bakın. Sabahın erken saatlerinden itibaren bir döngüyle hep karmaşanın içine adım atıyoruz: Trafik, kalabalık, insan yığınları, sokaklar, işyerleri ve okullar, barlar ve kafeler, evde televizyon ve bilgisayar, uykuda rüyalar… Teknoloji çağı kaos çağıdır. Global dünya kaosun kalesidir. Büyük devletlerin çıkar çatışmaları, büyüklü küçüklü rantlaşmalar, yaratmaya çalıştığımız otoriteler, ünlülerin magazinel yaşantıları bizleri gitgide yalnızlaştığımız bir kaosun içine sürüklemekte. Teknolojiyi de nefer ederek kaosun gizli ajanları olarak her aktör makro ve mikro sistemlerde rolünü farkında olmadan yerine getiriyor.

Yukarıda yazdıklarım yüzünden kaosu kötü birşey sanmayın. Kaos devinimseldir. Ana renklerle ara renklerin belirsiz bir düzende saydam bir kürenin içindeki hareketleri gibidir. Evet, belirsiz bir düzendir kaos, ya da ters ifadesiyle belirli bir düzensizliktir. Anka kuşunun hikayesini herkes duymuştur. Hikayesini bilmeseler bile yanıp yanıp nasıl da küllerinden tekrar doğduğu bilinir. Kaos işte böyledir. Önce göze belirsiz gelen bir düzenle (düzen diyorum çünkü nedensellik vardır.) bildiklerimiz yerle bir olur. Et küle döner, yapılar moloz yığınlarına. Zamanın işleyişi asla bitmediğinden (şu Yunanlılar 'kaos'tan sonra 'zaman'ın varolduğunu düşünmüşlerdir. Yani önce kaos varolduysa, sonra zaman gelmiştir. Hatta hiçbir tanrı ya da güç kaosa ve zamana karışamazdır.) yine, yeni ve yeniden bir varoluş başlar. Kül anka olur, moloz yığını bir yapı.

Kaos süreğen ve devinen bir varoluştur. Ondan kaçmaya çalışmak faydasızdır, çünkü girdap etkisi yaratır bu. Bitişler ve başlangıçlar, ölümler ve doğumlar onun elindedir. Tıpkı içinde yaşadığımız bu zaman gibi olasılıklar ve tezatlardan ibarettir. Umutsuzluğa düşen insanların haline bakın. Yazarlar ve şairler en büyük eserlerini çokluk umutsuz bir kaosun içinde yazmışlardır. Bu bazen bir savaş olmuştur, bazense kişisel bir debeleniş. Özgürlük hikayeleri düzenin bozulmasının ve yeniden kurulmasının hikayeleridir. Sıradan insana baktığınızda da farklı değildir durum. Dibe vurmadan yüzeye çıkamama durumu yani.

Kaos çağına hoşgeldiniz. Devletlerin ve insanların teknolojiyle hizmet ettiği bu varoluş sürecinde sonumuzu iyi bir başlangıç için hep birlikte hazırlamaya hazır mıyız?


read more...