Latest Posts

2 Temmuz 2010 Cuma

viyana viyana

dört mü yoksa beş mi geride kalan yıl sayısı tam çıkaramadım. yağmur böyle yağıyordu yine bulutları yırtarcasına. avrupa'nın ortasındaki şehrin havaalanı polisi çantamı didik didik ettikten sonra beni dört, bilemedin beş metrekarelik bir hücreye koymuştu. sorgu sıramı beklemek üzere hapse yollanacaktım. yağmur içimdekini döküyordu benim yerime. bana cesaret verir, avutur gibiydi. öyle hissetmiştim. sanki ağlamamı söylüyordu, sular döküldükçe içimdeki çamura batmış ruhum temizleniyordu. o zamandan beri ne zaman yağmur yağsa mutlu olurum. bütün pislik temizlenir içimde.

pencereleri tellerle örülmüş bir otobüse bindirdiler sonra. caddelerden geçerken insanların içeridekini görmek için attıkları meraklı bakışlar isabet ediyordu üzerime. ellerimdeki kelepçeler, etrafımdaki engel beni sıkıştırıyordu. nasıl bu hale düşmüştüm? bir kaçış planı olmalıyken bu, nasıl infilak etmiştim? ayakkabılarımın bağcıklarını aldılar, sahip olduğum herşeyi aldılar ve bir kutuya attılar. aşağılanmış hissediyordum ama yüzümdeki tebessümün söylediğine göre intihar edeceğimi düşündükleri için ben onları aşağılıyordum.

iki tane ranza ve etrafında sandalyelerin dizili olduğu bir hücreye koydular beni. bir oda mıydı yoksa bu.. hatırladığım kadarıyla bir gürcü, bir çinli, biri daha ve ben.. içinde bulunduğum gerçekliği net olarak algılayamamıştım daha. hemen bir duş aldım. uyumaya hazırlanırken karşımdaki ranzada gürcü'yle çinli'nin porno dergilere bakarak oynaştığını gördüm. çinli, hücrenin zevki miydi? ürktüm. en iyi ihtimalle taciz edilebilirdim. oyalanmadan uyudum. daha sonra şampuanım çalınacaktı. =)

sabah olduğunda bir polisin sesiyle uyandım. adımı söylüyordu. gerekli prosedürü uygulamak için sağlık kontrolünden geçirmeye ve ifademi almaya götüreceklerdi beni. önüme bir form koydular. çeşitli hastalıkları geçirip geçirmediğime dair sorular vardı. son sayfa en eğlencelisiydi: hiç depresyona girdiniz mi? depresyonda olduğunuzu düşünüyor musunuz? hiç intihar etmeye teşebbüs ettiniz mi? vs hepsine evet dedim. avusturya da olsa, avrupa'da bu cevaplarla iyi muamele görebileceğimi biliyordum. tepemde dikilen polis almanca birşeyler söyledi, aşağıladı sanırım. zaten türk olmam yeterince problemdi.

bir odaya soktular beni. türk bir tercüman eşliğinde hikayemi anlatacaktım. o sahte pasaportla ne işim vardı orada? nereye gidiyordum? amacım neydi? kendimin bile inanmadığım yalanlar söyledim. uğraşmak istemedikleri için 'hadi canım sen de.." demediler. sonra oradan kurtulmamı sağlayanı söyledim. isveç'e iltica talebim halihazırda vardı. mülteci kimliğim de çantamdaydı. önceki gün havaalanında çantamı arayan polis görmemişti. bunu o zaman söyleseymişim beni hemen isveç'e geri yollayacaklarmış meğer. isveç.. evim..

aynı gün akşam olmadan stockholm'deydim tekrar. ne olursa olsun istanbul'a dönecektim. mülteci bürosu'nun tayin ettiği danışmanımı aradım. en az dört, olmadı beş farklı şekilde geri dönmek istediğimi, iltica etmekten vazgeçtiğimi söyledim. sesinde saklayamadığı bir sevinç hissetmiştim. ne yapmam gerektiğini söyledi. ilk yollandığım geçici ikamet yerine gidip işlemlerimi yaptıracaktım. bir on gün daha uğraşmam gerekti. bu kısmı da bir başka zaman anlatacağım..
read more...

19 Haziran 2010 Cumartesi

Ayna Ayna Söyle Bana…

Aylardır aynı noktada “bizim için” bir uygulama yapılıyor.
Ne sandınız? Tabii ki kimlik kontrolü…
Bir alt geçitte birkaç resmi polis alt geçitten geçen insanları, sadece erkekleri durdurarak kontrolden geçiriyorlar. Hafta sonu olması dolayısiyle suç da sokağa çıkıyor tabii. Havalar da güzel. Fakat, ne tuhaftır ki suç, sadece erkeklerin üzerinde sokağa çıkıyor ve sadece onların üzeri aranıyor, kimlikleri kontrol ediliyor. Suç oranlarına bakılırsa erkeklerin ağırlıkta olduğunu görmek kaçınılmaz ama, bu kadınların suç işlemediği, işlemeyeceği anlamına da gelmiyor. Ayrımcılıktan söz eden kadınların seslerini burada da duymak istiyorum. Zira nar tanemiz, nur tanemiz, bir tanemiz kadınlarımız vatandaş olarak görülmemekte ve yok sayılmaktadır. Kötü niyetli erkek kişiler tarafından bir kadın kullanılarak suçun yürüyebileceği ihtimalini elbette bir tek ben düşünmüyorum. Arama noktalarının hep aynı yerler olması da kendimi güvende hissetmeme engel oluyor. Çünkü bunu bilen kötü niyetli erkek kişiler o noktayı kullanmak yerine, 250 metre ilerdeki köprüyü ya da, 100 metre gerideki alt geçidi kullanabilir. Suç bağıra bağıra, elini kolunu sallaya sallaya gelebilir.
Şort, tişörtten oluşan yazlık kıyafetlerimle geçtim aralarından. Göz göze geldik, sanki aynalı bir yerden geçmişim gibi, podyumda yürür gibi geçtim. Bu kez neden durdurulmadım, neden kimlik sorulmadı bana. Beni beğendiler mi bu defa?
İntiharım, istifa mektubu gibi duruyor cebimde hala…
read more...

17 Haziran 2010 Perşembe

BU BİR ŞİKÂYET, UYARI VE TEŞEKKÜR YAZISIDIR!

05.06.2010 Tarihinde sevgili eniştem O. U. gecenin bir vakti göğsünde ciddi bir ağrı ile uyanıyor ve derhal eşi ile beraber bir taksiye atlayarak evine en yakın olan Başakşehir Hastanesi gidiyorlar. Enişteme yapılan ilk muayenede kalp spazmı geçirdiği tespit ediliyor. İlk müdahale orada oluyor ve sonrasında Başakşehir Hastanesi hastayı anjiyo için Taksim İlk Yardım Hastanesi’ne sevk ediyor. Ve orası da hemen sonrasında Şişli Hospitalium’a…

Hasta yakını tarafından “Neden Şişli Hospitalium?” diye sorulduğunda ise verilen cevap “Hasta için gereken anjiyo’nun kendi hastanelerinde yapılmadığı bunun için Şişli Hospitalium’a gönderileceği söyleniyor. Hasta yakınları haklı olarak gergin ve endişeli oldukları için o anda “Hemen yakınında Şişli Etfal Hastanesi varken, neden Şişli Hospitalium” diye sorgulayamıyorlar. Ya da neden bir devlet hastanesi değil de, özel hastane diye. Bunlar daha sonra bir takım saçmalıkları yaşadıkça ortaya çıkacak olan sorular çünkü. Ve hastayı ambulansla Şişli Hospitalium’a götürüyorlar. Şişli Hospitalium çalışanları hastayı derhal yoğun bakıma alıyor ve ondan sonra gelişmeye başlıyor olaylar. Türkiye’de insan değerinin nasıl da beş para etmediği seriliyor gözler önüne…

Yer; ŞİŞLİ HOSPİTALİUM

Hasta; O.U

Şikâyeti; Kalp krizi

Derhal yoğun bakıma alınıyor hasta… Anjiyo yapılıyor. Yapılan anjiyo sonucunda hastanın kalbine giden birisi ana damar olmak üzere 3 damarının tıkalı olduğu söyleniyor. Pıhtılaşan kanın incelmesi için 24 saat sürece kullanması gereken bir ilaç olduğu, bu ilacında 450 TL olduğunu ve dışarıdan alınması gerektiği de belirtiliyor…

İlaç alınıyor. Teslim ediliyor yoğun bakım çalışanlarına. 24 Saat geçiyor ve 36 saate çıkıyor süre. Neden? Çünkü ilacı kestikleri anda hastanın derhal nabız ve tansiyonunun düştüğü söyleniyor. Hasta ailesi hala tedirgin ve korku dolu dakikalar devam ediyor. Adam gibi bir doktor çıkmıyor karşılarına. Durumun gidişatından bihaberler ve ne olacağı ya da ne gerektiği konusunda net bir bilgiye sahip değiller. Acemi hemşireler tarafından yalan yanlış yapılan açıklamalar yeterli olmuyor elbette. Kuzenim acilen bir doktor ile görüşmek istediğini belirtiyor. “6 Katta” diyorlar. Çıkıyor ve endişe ile doktora “İlaç 36 saatten fazla verilmemesi gerekiyormuş. İlacı kestikleri anda da nabız ve tansiyonu düşüyormuş. Ne olacak şimdi dr bey?” diye soruyor. Dr. ciddiyetten gayet uzak ve alaycı tavırlarla “Tansiyon ve nabız ne alaka? Öyle bir şey yok. Kim uydurdu bunu?” gibi benzer bir şey söylüyor. Kuzenimde bunun üzerine “Bunu bana değil, bunu bana söyleyen o geri zekâlıya soracaksın” diyor hışımla ve haklı olarak… Ve Doktor “Hem ben o hastaya cumartesi günü takardım ki stenti, kendisi istemedi” diyor. Ve dönüyor kuzenimin yanındaki adama (amcasına)… Soruyor;

“Sen nerelisin?”

Amca; Karslıyım

Doktor; Neresinden?

Amca; Susuz

Doktor; Ben de oralıyım

Kuzenim daha da çok sinirlenmeye başlıyor. Doktora, olayın ciddiyetinin hala farkında olmadığını, memleket muhabbetinin çok yersiz olduğunu ve Hristiyan dahi olsa hiç bir şeyin değişmeyeceğini belirtiyor.

Kısa bir süre sonra…

Stent takılması gerektiği söyleniyor. Ve stent’in bir ilaçlı bir de ilaçsız olarak satıldığını ilaçlıda krizin tekrar etme riskinin % 3, diğerinde ise % 40 olduğu belirtiliyor… Aynı zamanda da yoğun bakımda olan hasta ile anlaşma sağlanmaya çalışılıyor.

“Fiyatı 5000 TL, takılmasını istiyor musun?”

Hasta istemediğini belirtiyor. Çünkü hastaneye olan güvensizliği başlamış durumda. Kendisinin ve orada bulunan diğer hastaların sağlığı üzerinden para kazanıldığı apaçık ortada. Kısaca “RANT” apaçık ortada…

Hasta ile sıkı bir pazarlık başlıyor. 4500 TL… 4000 TL… En son 3800 TL şeklinde. Ve dışarıda bekleyen hasta yakınlarına gidiliyor “3800 TL stent fiyatı”.

Eniştem o hastanede kesinlikle bir işlem yaptırtmayacağını belirtiyor yakınlarına. “Çıkarın beni buradan” diyor. “Çıkarın. Yoksa söküp üzerimdeki kabloları yürüyerek çıkıp gideceğim” diyor. Aile bu sefer evlerine de yakın olan İstanbul Mehmet Akif Ersoy Eğitim Araştırma Hastanesi’ne götürmek istiyorlar O. U’yu… Şişli Hospitalium’un doktor bozuntuları “Tamam götürün ama hasta şu kapıdan çıktığı anda kalp krizi geçirebilir” diyerek aileyi korkutuyor. “Atın imza götürün”. Ne yapacaklarını şaşırıyorlar. İçerde yoğun bakımda bulunan ve “10 dk. daha burada durmak istemiyorum. Bunlar beni öldürecek” diyen bir hasta, karşılarında ise “Çıktığı anda hastanız kalp krizi geçirir” diyen bir hastane görevlisi. İki ucu boklu değnek terimi burada kullanılıyor işte.

Kuzenim bu sefer başhekimle görüşmek istediğini belirtiyor. Başhekimle görüşme sonucunda da hastayı ambulansla başka bir hastaneye götürebileceklerini öğreniyor.

Bu sefer iş ambulans konusuna geliyor. Hastane çalışanı 112’nin onlara ambulans hizmeti vermeyeceğini söylüyor. Ne yapmak gerektiği sorusu karşısında da anlaşmalı oldukları bir ambulans şirketi olduğunu 250 TL karşılığında kullanabilecekleri belirtiliyor. “Tamam” diyor kuzenim ve parayı yatırıyor. 20 dk. içerisinde ambulansın geleceği söyleniyor. Kuzenim bir an önce yatış işlemleri için İstanbul Mehmet Akif Ersoy Eğitim Araştırma Hastanesi’ne gitmeyi düşünüyor. Orada olan diğer aile bireylerine de “20 Dk. içinde ambulansın geleceğini söylüyor. Gidiyor ve hastanede işlemleri hallediyor. Dakikalar geçiyor ve saatlere yüz tutuyor, gelen giden yok. Arayıp hastaneyi soruyor “Nerede kaldınız?” telefonun diğer ucundaki ses ambulansın gelmediğini söylüyor. Hastane çalışanı ambulansın meşgul olduğunu bu durumda da anlaşmada oldukları başka bir şirket olduğunu oradan temin edebileceklerini söylüyor. “Ama fiyatı farklı”…

Buna da “Kabul” diyorlar. Amaç bir an evvel o hastaneden kurtulmak. Çünkü stent takılması gereken hastayı bir takım sebeplerle oyalayarak olayı bypass’a kadar götürmek istiyorlar… 2 Saatlik bir beklemeden sonra nihayet ambulans geliyor ve hasta İstanbul Mehmet Akif Ersoy Eğitim Araştırma Hastanesine naklediliyor.

Yaklaşık 1 saat içinde tekrar yapılan anjiyo sonrasında da stent takılıyor. Her şey kontrol altında!

Eniştem yine yoğun bakımda fakat 24 saat boyunca yanından hemşiresi ve de doktoru eksik olmuyor. Sağlığının, sağlık elemanları tarafından da önemli olduğunu anlıyor O.U. Kısa süre sonra toparlanıyor ve evine taburcu oluyor.

Dün akşam evine yaptığım ziyarette Şişli Hospitalium’da yaşadıklarının bilmediğim kısımlarını da anlattı eniştem O.

Duvarlara vurarak görevlileri çağırmaya çalıştığını, kimsenin gelmediğini. Neredeyse gece sabaha kadar yoğun bakım ünitesine kimsenin uğramadığını. Ve yine ünitenin hemen yakınında fosur fosur sigara içildiğini ve dumanın hastalara geldiğini ve de daha bunlara benzer birçok çirkin gerçeği…

Şimdi bu durumda benim ve diğer kişilerin aklına takılan sorulardan bir kaçı;

Neden Taksim İlk Yardım Hastanesi sevk için özel bir hastane olan Şişli Hospitalium’u seçti?

Bu durumdan olan çıkarı nedir?

Şişli Hospitalium Hastanesinde insana verilen değer bu yaşanılanlardan mı ibaret?

Hatta Türkiye genelinde insana verilen değer bunlardan mı ibaret.

Bunun sonucunu gereken yerlere yapılan başvurularımız neticesinde alacağımızı umuyorum.

Yazının sonunu güzel bir konuya ayırmış bulunmaktayım.

Çok değerli İstanbul Mehmet Akif Ersoy Eğitim Araştırma Hastanesi’nin tüm doktorları ve çalışanlarına insani tavırlarından dolayı sonsuz saygı ve teşekkürlerimizi borç biliriz… İyi varsınız…

Not; Bu yazının paylaşılması ve ulaşabildiğimiz kadar kişiye ulaştırılması rica olunur… Sağlık için. İnsan için…

Saygılarımla…
read more...

1 Haziran 2010 Salı

ADSIZ YERLERDEN GELDİM. SINIRSIZ YERLERDE YAŞAMAK İSTİYORUM.


adsız yerlerden geldim
toprağım yok
anavatanım belirsiz
ateşler yakıyorum parmaklarımla
ve sana şarkılar söylüyorum kalbimle
yürek telim gönül yakıyor
Filistin'de doğdum
yerim yok, toprağım yok, yurdum yok
böyledir, bizim kadınlarımız
acınla şarkını söylediğinde
seni darmadağın eder

read more...

21 Mayıs 2010 Cuma

HALK (!)

Bir ülke içerisinde yaşayan, değişik soylardan olan insan topluluklarının her biridir “HALK”… Halk büyük bir güçtür. Hatta zorba devlete kafa tutabilecek yegâne güç. Hayranım Halk’a… Fakat Halk’ın ayaklanma yaratanına hayranım. Edilgen olanına, korkutulmuşuna değil anarşist yanı baskın olanınadır hayranlığım. Bu yazımda kelimeleri özenle seçip, süsleyerek uzun uzun cümleler kurmayacağım. Süslü bir yazı olmayacak bu. Zaten kaç zamandır süslü yazılar yazdığımda söylenemez. Komşu ülkemiz Yunanistan’dan iki örnek sunacağım sadece. Bir çok örnek sunabilirim bir çok ülkeden. Ama hayır, özellikle Yunanistan…

Örnek 1- “6 Aralık Cumartesi gecesi Yunan polisi 15 yaşında bir liseli genci, Alexandros Grigoropoulos’u katletti. Bir grup silahsız liseli gencin polis karşıtı sloganlarına polisin verdiği yanıt gençlerin üzerine silah sıkmak oldu. Cinayetin gerçekleştiği yer, Atina merkezinde muhalif gelenekleri ile tanınan Exarchia Mahallesi idi. Cinayet sırasında binlerce genç çevrede yoğun olarak bulunan kafeteryalarda oturuyordu. Derhal sokaklara dökülen gençler sabaha kadar polisle çatıştı”. Devamı burada

Örnek 2- “Yunanistan’da hükümetin aldığı kemer sıkma önlemleri protestolara neden oldu. Yunanistan Komünist Partisi (KKE), Atina’da on binlerce kişinin katıldığı bir protesto gösterisi düzenledi. İşçilerin, memurların ve emeklilerin ön safları tuttuğu eyleme diğer sol görüşlü partiler ve işçi sendikaları da destek verdi”. Devamı burada

Olaylar verdiğim örneklerle ortada. Bir de kendi ülkemizi gözden geçirelim isterseniz. Ya da, ya da uzak geçmişe gitmeden son yaşanan olayı göz önüne alalım. Zonguldak’ta 32 kişinin “daha” ölümüne neden olan grizu patlamasını.

İçinde ölüm tehlikesini barındıran bir çok iş alanı var hem dünyada hem de ülkemizde. Fakat kaç tane ülkenin bakanı/bakamayanları kalkıpta bu tür olayların büyük bir “Talihsizlik” olduğunu söyler bilemiyorum..

Şayet bir embesilseniz, bu ve benzeri gelmiş geçmiş tüm grizu patlamalarının nedenini “Takdiri ilahi, Büyük Şanssızlık, Kısmetsizlik veya Kader” olarak görebilirsiniz… Ya da tam tersini… Bilemiyorum… Aklınızdan geçeni ya da kimin ne düşündüğünü bilemiyorum. Bildiğim tek şey, içinde yer aldığımız “Halk” kelimesinin hakkını veremediğimizdir… Yakında kafamıza kafamıza vurup balyozla düşünmemize de engel olacaklar ve yine ses çıkaramayacağız…

Halk

Madende ve cephede ölürler
Yaşarken değil ama ölünce kahraman olur her biri
Dinler onları kutsar, krallarda öyle
Oysa bilmez hiçbiri balık yumurtasının tadını
Lanetlidir düşleri.…………. demiş arkadaşımız T.Kurt… Ne de güzel demiş. Yüreğine sağlık…

read more...

16 Mayıs 2010 Pazar

Algıda Seçicilik

Algıda seçicilik insanların toplumda diğerlerinden ayrılmasını sağlar. Toplumda genellikle sanatçılar için kullanılan ‘’Farklı bakış açısı’’ deyiminin diğer bir açıklaması da denebilir.

Algının kapılarını zorlamak kimin görevi?


Sanatçının? Aydının? Okurun? Körlerin? Tavşanların? Godzilla’nın? Makinelerin? Mickey Mouse’un? Zorlamakla yetkilendirilmiş -ne demekse- olanların?


Kimin?


Herkesin diyemeyiz. Herkes aynı olsaydı dünya yaşanmaz bir hale gelirdi. İnsan olmaktan çıkıp bir makinenin ürettiği makineler haline gelmiş olurduk.


Algıyı kim zorlar?


Zorlaması gereken insanlar daha önceden seçilmez. Zeka kavramını en erken fark eden birey bunu çalıştırmaya başlayıp neden üzerine tasarladığı cümlelerini sonuç olarak ortaya düzgün bir şekilde atmayı başarmışsa bir süre sonra o cümleyi ünlü sözler başlığı altında bir yerlerde okursunuz.


Bilim ve sanat neden üzerine kafa yorarken sonucu hırpalamaya çalışanlar ne neden ne de sonuç üzerine zekâ motorunu çalıştırmaz. Bakmak ile görmek, duymak ile dinlemek arasındaki farkı bu yazıyı okurken düşünürseniz hırpalamaya çalışmaktan çıkar, bireyselliğin size vermiş olduğu gerekli zekâ antrenmanını da yapmış olursunuz. İnsanın hayatı boyunca sarf ettiği cümle ve beyninin ortaya koyduğu ide yumaklarının yüzde seksen yedisi boştur. Ya da jet hızıyla sol kulaktan sağ kulağa doğru hareket ederken, neden ve sonuç ilişkisini belirleyecek olan beynin orta kısmındaki çengellere takılmadan uzay zamana savrulur. Uzay zamandaki tüm boş düşünce yumaklarını bir araya getirdiğinizde ise ortaya anlamlı bir dizin değil kaos çıkar. Kaosun düzen yaratıp yaratamayacağı ise bilinemez. Uzayın sürekli genişlemesi belki de bu yüzdendir. Ses ve görüntülerin uzay zamana savrulmasından doğan kütle, sürekli genişleyen bir boşluğa ihtiyaç hisseder.


Algılanan kavramın zekâda somut hale getirilmesinde geçmişe yönelik kaydedilen düşün dizisi içindeki benzerliği dejavu’yu ortaya çıkarır. An içinde ortaya çıkan kavramın kayıtlı olan diğer kavramların daha önce yarattığı sonuçla benzeşmesi, en son ortaya çıkan kavramın da geçmişle örtüşmesine yol açar. Dejavu, tıpkı aynı derede iki kez yıkanılamayacağı*** gibi aynı kavramın farklı uzay zamanda yer almasına yol açamaz.


Algının seçiciliğinin bilinen hayatta kullanılmasının bireye kattığı artıları düşünebilmek, uzay zamana yollayabileceğiniz ve çengele takılıp biçimlendirilen nadir dizinlerden biridir.



***Herakles

A. Ozan

read more...

9 Mayıs 2010 Pazar

Sakarinli Sakız Sendromu

Bakkallardaki, marketlerdeki kocaman reyonları düşünün. Bisküviler, içkiler, deterjanlar ve daha bir sürü ürün. Ama benim için en enteresan reyonlardan biri sakız reyonları. Birkaç yıldır belki de daha az zamandır sakız sektörü koptu gitti. İsmini söylemek istemediğim, birçoğunun çoktan ezberlediği markaları var elbet. Şunu da itiraf etmek gerekir ki onların arasında hakkaten tutkuyla bağlı olduğum sakızlar var. Geçenlerde keşfettiğim ekşi- tatlı elma aromalı şekersiz sakız mesela. Öyle güzel ki!
Çantamdan ayıramadığım şeylerden biri sakız kutuları. Yemeğin üstüne, yemekten önce, akşam yatmadan hemen hemen her vakit ağzımda sakız.. Tabi sakız derken ‘Falım’ sakızlarından bahsetmiyorum. Çünkü onlar oldukça ‘demode’ ve ‘tatsız’ kaldılar(!) Dönüşüme uğramaları şart gibi görünüyor.
Yemek yemenin sadece karın doyurmaya değil başka amaçlara hizmet ettiği(özellikle de aşırı tüketim anlayışından nasibini almış ve kendini dönemine ait hissedip rahatlama ihtiyacına) uzun soluklu süreçte sakızlar da oldukça hayatımızda. Binbir çeşit yiyecek firmasından milyon tane ürün çıkıyor. Reklamları profesyonelce yapılan bu markalar er ya da geç ilgi çekiyor; kısa sürede müşterisini yaratıyor. Bu yerlere giden insanlar da merakla yeni çıkan yiyecekleri tadıyorlar. Beni en şaşırtan fast foodlardan biri Zümküfül’dü mesela. Yanlış hatırlamıyorsam içinde sosis, amerikan salata ve tabiî ki her sandviçin olmazsa olmazı ketçap ve mayonez var. Tabi bir süre sonra yeni çıkan ve ‘lezzetli’ yiyeceklerden kaçınmaya başlıyoruz. Çünkü kalori bombası olan bu yiyecekler kısa zamanda kilo aldırıyor. Kilo sorununa çözüm olan (!)’ kampanyalı spor salonları’ da var. Gündüz istediğini yiyip akşam spora giden ve kendini rahatlatanların sayısı az değil. Aşırı yağlı yemek yiyip kilo alan ve ardından spora başlayan ama çarpık bir yaşamın kısır döngüsü içinde kalan şehir insanlarında hal böyleyken bu döngüden bunalıp hayatına her pazartesi yeni bir sayfa açanlar ise hafta başında marketlere yumulup ne kadar diyet ürün varsa onları alıyor. Ve tabi şekersiz sakızları da!
Bir gün bir markete girip birkaç parça şey aldıktan sonra kasa kuyruğuna katılmıştım. Yan kasadaki müşterilerden biri kilolu bir kadındı. Aşırı kilolu değildi ama riskliydi. Elinde diyet peynir, kepek ekmeği, diyet yoğurt, biraz da elma vardı. Ve tabiî ki birkaç paket sakız… Rejime başlamış gibiydi. Muhtemelen ‘şekersiz’ yaşamı kabul etmeyen bünyesi er ya da geç şeker isteyecek ve aldığı ‘şekersiz(sakarinli)’ sakızları onu idare edecekti(!)
Diyet peynir, diyet bisküvi, diyet yoğurt, kepek ekmeğini… alanlar yağlı yeme alışkanlığını pazartesi günlerinde bırakıyor(!), sağlıklı yaşama ‘merhaba’(!) diyor. Sporlu ve az yemekli yaşam tarzına ayak uydurmaya başladıklarını zannedenler bedenlerini ve zihinlerini avutmaktan başka bir şey yapmıyor aslında. Bu vakitlerde yanlarında taşıdıkları ‘motivasyon’lardan biri de sakız oluyor sadece(!).
Tatlı vazifesi gören çilekli, vişneli ve çikolata aromalı sakızların tadı o kadar gerçek ki çilekli pasta ya da profiterol yermiş hissini veriyor. Vişneli bir sakız çıkarıp çiğnemeye başladığında sanki vişneli kek yiyormuş gibi… Şekeri hayatından çıkaramayanların başvurduğu sakızlar da böylece şekerli abur cubur yeme ihtiyacını yok ediyor(!)
Çantasından hışır hışır sakız paketi çıkarıp elindeki simidi sonraya saklayan ve kendini en azından bir süreliğine sakızla kandıran aşırı kilolu insanlar gördüm. Fakat vişneli, frambuazlı ya da elmalı sakızın şekeri gider gitmez ağzından çıkarıp, aldıkları simide yumulanların durumu acınası değil midir? bilemedim.
Sakız, çağın hastalığına yakalanmış obezite ve anorexia hastalarının kurtarıcısı(!) . Kilo alma, ardından kilo vermeye çalışma, tekrar kilo alma ve yeniden kilo verme döngüsünde olanların da; kilo almaktan çok korkup her zaman aç yaşayanların da çantalarında sakız. Zayıflama sektörünün sömürüsü olan kadınların listelerinde ‘light’ ürünler, şekersiz sakızlar ve az biraz da spor salonları var. Sakarinli sakızlar zayıflama zihniyetinin çarpıklığını ve bu sektörün sahteliğini gösteriyor sadece.
read more...