30 Nisan 2010 Cuma

1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramı Kutlu Geçer Umarım... (Ummak; Sancılı durum)...

Hatırlatma;

1 Mayıs 1977 günü İşçi Bayramı`nı kutlamak üzere çeşitli illerden İstanbul`a gelen yaklaşık 500 bin kişi DİSK`in organizasyonu önderliğinde Taksim Meydanını doldurdu. Katılımın yüksek olması sebebiyle kortejlerin alana girmesi uzun sürmüş, miting de uzamıştır. Saat 19.00 sularında dönemin DİSK başkanı Kemal Türkler konuşmasının sonuna geldiğinde etraftan silah sesleri duyulmaya başlandı. Sular İdaresi binasının üstünden ve meydandaki otelin çeşitli katlarından açılan bu ateş sonucu insanlar panik halde kaçmaya başladı, kısa bir süre içinde İntercontinental Otelinin de üst katlarından da ateş açıldı.

İnsanlar panik halde kaçmaya çalışırken panzerler de kalabalığın arasına doğru girmeye ve kitleleri sıkıştırarak Kazancı Yokuşuna itmeye başladı. Kalabalığa ateş açılıyordu fakat polis ateş açanlara değil, kalabalığın üstüne saldırıyordu. Bir kamyonun tıkadığı Kazancı Yokuşundan aşağıya kaçmaya çalışan kalabalığı daha da korkutmak için bir daha ateş açıldı. İnsanlar panzerler altında kalarak ve birbirlerini ezerek kaçmaya devam etti.

28 Kişi ezilme ya da boğulma nedeniyle, 5 kişi vurulma nedeniyle, 1 kişi de panzer altında kalarak yaşamını yitirdi. Yaklaşık 130 kişi de yaralandı. Ölenlerin çoğu Kazancı Yokuşu'nun başında, park edilmiş kamyon yüzünden sıkışarak ölmüşlerdi. 470 Kişi göz altına alındı fakat hiçbirinin olayla ilgisi kurulamadı.

Ateşi kimin açtığı tam olarak belirlenememiş, olay halen aydınlatılamamıştır. Sular idaresinin çatısından ve otel odalarından ateş açanlar bulunamamıştır. kaynak...

Kanlı 1 Mayıs'ın ertesi bazı gazetelerin başlıkları ise şöyleydi;

Hürriyet: Mayıs katliamı: 34 ölü,
Milliyet: Taksim’de kanlı miting: 34 ölü, yüzlerce yaralı,
Günaydın: Maocu vatan hainleri işçi bayram’ını kana buladı: 39 ölü var!
Cumhuriyet: 1 Mayıs kanlı bitti: 33 ölü.
Politika: 1 Mayıs töreni saldırıya uğradı - 35 kişi öldü, yüzlerce yaralı var,
Tercüman: Maocular, disk’in İstanbul’da yaptığı mitingi bastılar - 34 ölü var,
Son Havadis: Taksim savaş alanı gibiydi - kızıllar kudurdu, Her gün: Solcular 40 işçiyi katletti,
Bayrak: Taksim’de 38 ölü,
Yeni Asya: Disk mitinginde komünistler birbirini yedi, 40 ölü - Taksim’de savaş...

Tam da 33 yıl evvel bugün hayatını kaybetmiş olan "35 can"ı saygı ile anıyorum...

Dileğim bu yıl daha bir başka heyecan ve merakla beklenen "1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramı"nın gerçek bayram tadında geçmesidir.

KUTLU OLSUN...

Gülcan Ç.

read more...

27 Nisan 2010 Salı

Seçtim Ben “Acıtsın”…

Seviyorum meyve ve sebzelere dokunarak almayı. Bu yüzdendir büyük marketlere inatla, bas bas bağırıp en iyi ürünü kendisinin sattığını iddia eden pazarcı, esnaf kişisinden alışveriş yapma nedenim. Çilek seçiyordum tam da. Üzerine rastgele saçılmış, ortasındaki kartona üstün körü “Tarla çileği bunlar” yazılı bir tezgâhtan…

Ben çileklere dokunurken “O” da bana dokundu aynı anda sağ tarafımdan. “O”... Birisi “O”… Tanımıyorum… Koluma dokundu sertçe. Hayır, hayır tuttu kolumu sıkıca. Sıkıca kavradı hatta. Tanıdık birisidir düşüncesi ile çevirdiğimde kafamı “O”na doğru, fark ettim tanımadığımı. Gülümsedi gözlerime. Sonra bir şeyler söylemeye çalıştı. Konuşamıyordu… Yanında duran, koluna girmiş olduğu yaşlıca adamı işaret ediyordu. Adam da sıkı sıkı tutmuştu kolundaki kişiyi. Sıkı sıkıya tutunmuşlardı birbirlerine. Rengi bozarmış, alelade bir şekilde kesilmiş kısacık saçları vardı kızın. Benim yaşlarımdaydı sanırım. Belki de benden büyüktü. Küçüktü ya da ne bileyim. Hem ne önemi var ki yaşının ne olduğunun. Konuşamıyordu işte. Sadece işaret edebiliyordu. O da anlayamayacağım bir dilde… Anlayamayadığım bir dilde,,,, yanındaki kişiyi… Yaşlıca adam (sonrasında amca diye hitap ettiğim kişi) girdi hemen devreye. “Özürlü “O” özürlü. Kusura bakma. Babam diye beni gösteriyor sana?” dedi… Babasıymış... Girmiş koluna kızının sıkıca. Öyle ya, kalabalıktı Pazar. Kopmamalıydılar o kalabalıkta birbirlerinden… “Özürlü de nasıl laf be amca? Hem ne kusuru aynı zamanda?” dedim babaya ve kızına döndüm derhal. Gülümsedim yüzüne ne diyeceğimi bilemeyerek “Ah be güzelim. Keşke anlayabilsem seni” diyebildim sadece… Devam etti anlatmaya bir şeyleri. Kolum elindeydi hala. Sıkı sıkı tutmuş sarsıyordu kolumdan. Bende onun kolunu kavradım ve sıktım hafifçe. Kendisini önemsediğimi anlamasını istedim. Önemsemiştim. Önemsemeden edemezdim.

Kızım için aldığım şeylerin torbasını öylesine sıkıştırdığım kol çantamın fermuarı yarıya kadar açık kalmış. Fark etmemiştim. Tuttu torbanın dışarıda kalan kısmından ve bir şeyler söylemeye çalıştı yine… Yine ve yine… “Anlamıyorum seni… Anlayamıyorum. Keşke anlayabilsem” dedim gözlerinin ta içine bakıp, diğer yandan umutsuzca sallayarak başımı sağa sola. “Ne var bunda diye soruyor” dedi yaşlıca amca. Belirtmeyi de ihmal etmedi bu sefer “Sen konuş. “O” seni anlar” şeklinde. Sevinmiştim aslında anlıyor olmasına söylediklerimi. “Kızım var benim de. Onun için aldığım ufak tefek birkaç şey var içinde” diye cevap verdim babasının bana “Özürlü O” diye takdim ettiği kızcağıza… Aklımdan da “Çantamda “O”na, o anda hediye edebileceğim bir şey var mı ki?” diye geçiriyordum bir yandan. Yaklaşık yarım saat önce aldığım sarkaçlı küpelerimi anımsadım ve gözlerinden kulaklarına kaydırdım gözlerimi. Baktım... Delikti kulakları. “Sevinir mi ki?” diye düşündüm yine aklımca. Sevinmesini istiyordum çünkü. Mutlu olmasını. Belki geçici mutluluk olacaktı bu “O”nun için ama olsun. Mutlu olsundu. Hafızasında kalmak istiyordum. Neden? “O” benim hafızamda yer edecekti çünkü. Karışık, içinde sanırım bir tek benim olmadığım çantamdan buldum sevimli küpeleri. Uzattım ona doğru… Sevindi gördüğüne. Çok sevindi… O kadar ki, tuhaf sesler çıkararak gülümsedi gürültüyle. Gülümsemeye çalıştıkça tükürükler çıkıyordu dudak kenarlarından. Tiksinmedim… Belki de ilk kez bir insan tükürüğünden. Kolumu bıraktı “O”na sunmuş olduğum süslü püslü küpeyi almak için. Babası da mutluydu şimdi. Gülümsedim son kez, omzuna dokundum dost sıcaklığıyla ve tekrar döndüm seçmek için çileklerimi. Sırtıma dokundu bu sefer. Hayır, hayır. Sarıldı sıkı sıkıya. Nasıl da sıcaktı. “Sevdi seni” dedi yaşlıca amca. “Ah be amca ne diyeyim. Bunun da adı hayat işte. Sakın ha bırakma kızını” dedim aptalca. Yaşlı adam da “Ne yapacaksın be kızım? Biz de bu hayatı yaşıyoruz işte. O benim hayattaki tek dalım. Bırakır mıyım hiç” dedi oldukça umutla… Dedi ve uzaklaştı yanımdan kolunda sıkı sıkıya tuttuğu kızını çekeleyerek… Çekeleyerek götürdü yaşlı amca bana “Özürlü “O” diye takdim ettiği kızını. Çekeleyerek götürmeye de devam edecekti…

Derin not;

Gözlem acıtır!

Görmeden geçmek koyar!

Seç birini…

********

Seçtim.

Görmemekten iyidir.

Acıtsın…


Gülcan Ç.

read more...

26 Nisan 2010 Pazartesi

Ağzı süt kokan eli-kolu ayağı-bacağı oyun isteyen bebeler.

Bugün doğum günüydü kızımın. Ben tam onbir yıl önce bir çocuk doğurmuştum ve işte bugün "doğurduğum" o günü onbirinci kez kutluyorduk. Tüm günü birlikte geçirdik. Kızımın "okulu kırmasına" izin verdim. Bugün de gitmeyiversin okula deyiverdim. Doğuran ve doğan olarak varlığı ve yokluğu sorgulamadan yedik içtik. Etrafımızı kuşatan kötülülük çemberinin küçülerek bizi orta yerine sıkıştırmakta ve nefessiz bırakmakta olduğunu birimiz hissetmezden geldi; diğerimiz gerçekten de hissetmedi.

Doğurduğum çocuğun doğum günü akşamüstüne ulaşmış ve biz metrobüste o günü sonlandırmak üzereyken gözlerimden en feci kareleri geçti bugün hepimizin bir yıl gecikmeyle duyduğu o planlı vahşet. Bizden sonra metrobüse binen genç anne ve kucağındaki kız bebeğine böyle bir günde-bizim mutlu günümüzde- sevgiyle ve gülümseyerek bakamamam ama o vahşete inat olsun diye belki de bunun için kendimi zorlamam ardı ardına yaşadığım oldu tüm yolculuk boyunca. Annesinin kendisine ulu orta sunmaktan çekinmediği sağ memesinden sütü ağzına çekerken cuk cuk küçük kız bebek, bana da bol bol tekme savurdu sağ bacağıyla. İnatla gülümsemeye çalıştım. "İşte böyle bir şeydir onlar da." Ağzı süt kokan eli kolu; ayağı bacağı oyun isteyen bebeler..

Ne "Kötü zamanlardayız tüh tüh.." deyip evin yolunu bulup gözlerimdeki kareleri bir an önce silmek istedim ne de olayın ve benzeri olayların nedenlerini derinlemesine "deşen" ama deştiğiyle kalan programları izlemek...

İçimde ve beynimde kocaman bir boşluk oluştu. O boşlukta dehşetli dehşetli sallanıp durdu ağzı süt kokan ayağı bacağı oyun isteyen o kız bebe. Dehşetin boşluğunda.. kara bir delikten yu-var-lan-dım aşağı.. çok aşşşşağıııı.
read more...

23 Nisan 2010 Cuma

YEREL ERASMUS NEDEN DÜŞÜNÜLMESİN?

Evvelki yıl okulumuzun sosyoloji öğrencilerinin bir kısmı Van’a gitmiş ve Van Üniversitesi öğrencileriyle Türkiye’nin diğer okullarından gelen öğrenciler bir haftalık yoğun gezi programı yapmışlardı. Bunun yanında isteyen öğrenciler üzerine çalıştıkları konuları sunmuşlar ve böylece arzulanan bilimsel ortam yaratılmıştı.
Geçtiğimiz pazar günü okulda bir toplantı yaptık sosyoloji öğrencileri olarak. Bu aslında Van Üniversitesi öğrencileriyle tanışmayanlar için tanışma; tanışanlar için hemen hal hatır sormacaya dönüştü. Ziyaretine gittiğimiz Van Üniversitesi öğrencileri bu yıl bizi ziyarete gelmişti. Toplantının ardından bir haftalık gezi programı pazartesi günü itibariyle uygulanmaya başlandı. Kültürel gezi programının yanında bol bol saha gezmeleri de var: kadın derneklerine, Göç Araştırma Enstitüsü’ne gitmek gibi. Gezi programının içinde Anadolu ve Avrupa yakalarının çeşitli semtleri var. Özellikle Anadolu yakasının da dahil edilmesi hoşuma gitti doğrusu. Çünkü turistik gezi anlayışı nedense hep Osmanlı tarihini anlamak üzerine kuruludur. Camiler, medreseler, saraylar gezilir de kimsenin aklına turistleri Moda’ya götürüp orada bir çay içirtmek gelmez. Kısaca yapılan programı sevdim. Ama beni heyecanlandıran, coşturan şey programın cesurluğu değil!
Tanışma toplantısında hissettiğim böyle bir buluşmanın çoktandır ihtiyaç duyulur olduğuydu. Üniversite öğrencileri arasında çok popüler olan ‘’Erasmus’a gitme’ halinin yerele dönüşmesi gibi bir şeydi bu buluşmamız da. Yurtdışına gidip oradaki üniversitelerden birinde öğrenime devam etmek ve bu arada o memleketin kültürünü, kentini tanımak çok arzulanan bir şey. Desiderius Erasmus’un esin kaynağı olduğu uluslar arası üniversite öğrencilerinin değişimini(Erasmus Değişim Programı) acil olarak ülke içinde de başlatmamız gerek.
Azınlıkların ‘tanınmaya’ başlandığı, dillerini konuşabilme imkanlarının tartışıldığı, kardeşlik kavramının bu vesileyle farklı bakış açılarıyla ‘genişletilmeye’ ve pratikte uygulanmaya’ gayret edildiği’ bu süreçte bir nevi ‘Yerli Erasmus’un güzel olabileceği kanaatindeyim. Özellikle iletişim çağını yaşadığımız bu dönemde şehirlerarası üniversite geçişliliğinin başlatılması oldukça verimli sonuçlara kapı açacaktır.
İletişim, günümüzde ülke, kültür, ırk, cinsiyet ya da daha yerel farklılıklar(lehçe, sosyal statü…) ayırmadan cesurca dünyayı kapsamakta. 16. yy’da bilimin ve sanatın yayılmasını; kültürlerarası geçişliliğin olmasını savunan Erasmus ilerde adını alan Erasmus Programı için esin kaynağı olmuştur. Erasmus Programı günümüzde üniversite öğrencilerinin neredeyse gerçekleştirmek istediği ilk amaçlar arasındayken ülke içinde bu mantığı neden oturtmuyoruz? Politikacılarımızı; ‘ülkemiz kültürel bir mozaik’ cümleleriyle tanıyoruz ve ilkokuldan beri bunu ezberlemiş durumdayız. Peki bu mozaikler neden birbirini üniversite çatısı altında tanımasınlar? Böylece YÖK gibi bir engele rağmen üniversitelerde yapılmaya çalışılan her türlü bilimsel faaliyet bu yolla birçok okula aktarılmış olur. Beri yandan da farklı hayatlar buluşma şansı yakalar.
Erasmus’un Rönesans fikrinin dürüst savunucularından olması ve eğitim dünyasına getirdiği devrim niteliğindeki fikirleri kendi dönemi için de günümüz için de aslında oldukça ileri düzeyde kalmaktadır. Erasmus, döneminde hakimiyetini yitirmiş fakat yine de etkisini sürdüren Papalık kurumunu fikirleriyle ciddi anlamda tehdit etmiştir. Rönesans’la beraber İncil, biraz olsun alternatif fikirlerle dogmatik halinden uzaklaşmış ve tek kitap olmaktan çıkmıştır. İşte bu süreçte Erasmus ve onun gibi insanlar dine alternatif bir alanda durarak dünyaya ve özellikle eğitim dünyasına farklı bir açıdan yaklaşmışlardır. Erasmus’un eğitime dair anlayışı aslında bilimin evrensel özelliklerine de tekabül eder; bilimin herkes için olması, öznel olmaması… gibi. Eğitimi de evrensel bir hak ve paylaşılması gereken olarak kabul etmiştir. Kültürler arasında bilim yuvası olan üniversitelerden çıkan fikirler dağıtılmalı, tanıtılmalı ve diğer kültürlere de nüfus etmelidir. Böylece uluslar arası arenada söz söyleme hakkı papalıktan üniversitelere doğru yön değiştirmiştir. Günümüzde ise Erasmus Değişim Programı’yla bu anlayış yaratılmaya devam edilmektedir. Her ne kadar ‘erasmusa giden’ öğrenciler değişim programını ‘erasmus partilerinden’ ibaretmiş gibi bir hale soksalar da durum yine de o kadar kötü değil. Diyeceğim o ki; ülke içinde de yerel bir okul değiştirme haline girmeliyiz. Eğer ülkemiz çok kültürlüyse cidden erasmus değişim programının mantığına temelde uygunuz demektir. Bir an önce ülke içinde üniversiteler değişim sürecini başlatmakta fayda var.
read more...

18 Nisan 2010 Pazar

Eden Mi Buldu? Çok Mu Geç Oldu?

"Deniz gezmiş ve arkadaşlarını astıran hakim öldü!"

Bugün bu haberi duyduğum anda “Etme bulma dünyası, iyi olmuş” şeklinde gayri ihtiyari bir yanıt verdim kendimce. Ve düşündüm hemen ardından “Bir insanın ölümüne sevindin mi sen Gülcan?” Şaşırtıcı bir şeydi bu. Birisinin ölüm haberini almış ve aklımdan geçirdiğim birkaç kelime sonrasında da “İyi olmuş”u eklemiştim… Evet, sevinmiştim. Kişinin kendisine bile itirafı zor belki bunun, fakat ben bu habere sevinmiştim.

Deniz, Hüseyin ve Yusuf’un idamına karar verip de kalem kıran sıkıyönetimci, cuntacı Ali Elverdi böyle bir sonu hak etmemişti aslında. Hatta 86 yaşında değil, daha erken bir yaşta, daha da hak ettiği şekilde ölmeliydi bana göre. Bu ölüm geç kalmış bir ölümdür aslında. Yine de kendi sonunun da o katlettiği gençlerin sonlarına benzemesi, yediği yemeğin nefes borusuna kaçması ve solunum yetmezliği sonucu ölmesi bana bunun nedenini “Mazlumların ahı mıydı bu son?" diye düşündürmedi değil…

Keşke yargılanabilseydi. Ama adalet sisteminin y(!)oktan olduğu memleketimde bunun gerçekleşmesini beklememiştim hiçbir zaman… Etmişti,,,, benzerini buldu,,,, ve sonu ettiğinin benzeri oldu…

İlahi adalet değil. İnanmam ilahi güce. Edenin bulduğu çok geç kalmış bir sondur bu...

Gülcan Ç.

read more...

İmdat! Ulaşılamıyor…

Beşiktaş’taydık. Üsküdar’a giden takaların karşısındaki çay bahçesinde oturuyorduk. Eskiden şimdiki Üsküdar iskelesinin yamacına sokulmuş sosyal bir alandı. Belediye tarafından bir gecede yıkıldı sonra.
Pazar günü, hava güzel, kalabalık ve Fenerbahçe-Beşiktaş maçı Kadıköy’de. Beşiktaş taraftarı, meşhur Çarşı. Çarşı içinde toplanıyorlar, içiyorlar, eğleniyorlar, maça bileniyorlar ve toplu olarak Kadıköy’e gitmek üzere, takalara, iskeleye dayanıyorlar. Stadın aldığı kadar adamı bir taka alamıyor, çarşı kaptana, yardımcısına karşı! Atıyorlar kaptan yardımcısını yukardan güverteye. Polis yok mu? Tekne batsın mı? Kaptan tartaklanıyor…kaptan iskeleye bir yaklaşıyor, bir uzaklaşıyor. Polis yok mu?
Geliyor çevik kuvvet ve tekne boşaltılıyor, cop marifetiyle.
Az ötede bir umumi tuvalet. Tuvaletçi tek başına! Çarşı ellerinde sopalarla, elinde bir tek fırça tutan tuvaletçiye karşı! Çarşı tuvaletçiye karşı…Ayıp ettin Çarşı!
Polis yok mu? İmdat? İmdaat? 155 polis imdat cevap vermiyor!
Hafta sonları suç stadlara mı gidiyor?Onun dışında polis yok mu?
155 polis imdat cevap vermiyor! Cevap yok mu?
read more...

Anadolu Kilimleri Tadında Bir Hikaye

Bu vakitlerde bir modernizm takıntısı aldı başını gidiyor bende. Sokakta yürürken ya da okuduğum ettiğim birçok şeyde sürekli gözüme takılmaya başladı modernizm ve onunla ilintili şeyler. En çok da hayalleri kurulan ve Fransız İhtilali’nden beri yaratılmaya çalışılan, pamuklara sarılıp günlük yaşama katılmaya çalışılan modernlik çabası dikkatimi çekiyor. Türkiye’de özellikle Cumhuriyet’in ilanıyla beraber devletten topluma doğru geçirilmeye çalışılan ‘modern olalım’ çabası gözüme takılan birçok detayda bu projenin ne kadar da ironik başarısızlıklar içerdiğini her defasında kanıtlıyor gibi.
Şişli’de oturuyorum. Ve genelde işinden evine gitmeye çalışan ‘iş insanları’nı görüyorum. Bir koşuşturmacadır gidiyor burada. Şişli’ye dair gözümde canlanan manzara hep kilit bir trafik ve mutsuz suratlar. Fakat bu kargaşanın arasında vaktinin çoğunu evinde geçiren ve ev düzenleri konusunda oldukça takıntı sahibi ev kadınları da yok değil. Onları sabahın erken saatinde veya işten eve dönüş saatlerinde sokaklarda görmüyorum. Daha çok öğlen vakti ve akşam 5’te rastlaşıyoruz. Bu zaman aralıklarında dışarıda ne yaptıkları üzerine ahkam kesmeyeceğim. Ama günlük pratikleri konusunda üç aşağı beş yukarı tahmin edilesi olduklarını da inkar edemem.
Birkaç gün önce evimin yakınlarındaki Hayrettin Karaca Parkı’nın önünden geçiyordum. Parkta genellikle gündüz vakti yaşlılar oturur, hava alırlar, yaşıt olanlar birbirleriyle sohbet ederler. Ama o gün ilgimi çeken, hatta dakikalarca parka odaklanmama sebep olan, modernizm projesinin başarısızlığını bir kez daha kanıtlayan bir durum hikayesiyle karşılaştım.
Parkta 2-3 tane kadın… Ellerinde sopalar ve halılar... Sopayla vurarak temizledikleri halılarını mutlu mesut kıvırıyorlar. Geri kalan halılar ise parkın dekoratif demirlerine asılmış havalandırılıyorlar. Parkın ufacık parkurunda yürümeye çalışanlar ve diğer tarafında halılarını temizlemeye çalışan kadınların verdiği manzara oldukça ilginçti.
Zıtlıklar ülkesi benim ülkem. Kararsızlık, tedirginlik, arabesk motifler yoğun. Hayrettin Karaca Parkı’nda da Anadolu kilimleri kadar arabesk motifler hakim: birbirine kontrast görüntüler ama bu görüntülerin yan yana olmasının doğallığı; bunların göz yorucuğu fakat bir yandan bu yoruculuğun bir o kadar da alışılmış olması…
read more...

12 Nisan 2010 Pazartesi

Dalga Geçip Adam Seçmek

Kültürel ve tarihi yapıları yıktırmazlar.
Cezası vardır.

Müteahhide veremezsin. Kazara yangın çıksa bittin. 200 yıllık ayakta zor duran kararmış tahtaları tamir ettir diye sana para verirler ama yaptırdığın tamir tadilat bir işe yaramaz.
Yıkamazsın, içinde oturamazsın..

Ama Emek sinemasını el birliğiyle yıkarlar.
Sebep?
Koltuklar yağlı.

Pire için yorgan yakmak deyimi hiç var olmasaydı bile sırf bunun için yaratılabilirdi.
Tarihi ve kültürel yapı olduğu tescilli, Beyoğlu’nun adıyla birlikte anılan, film festivallerinde akla gelen tek sinema salonu ‘’iyileştirmek’’ adına yıkılacak.

Yağlı koltuklar değiştirilecek, fuayesi düzenlenip genişletilecek... miş !
Sanırım Beyoğlu’na yeni bir WC alanı ya da otopark lazımdı.

Yeniyetmelerin ağzında tekerlemeye benzer bir deyim vardır.

‘’Dalgamı geçiyon adam mı seçiyon?’’ diye söyleyince komik bir eda oluşturan aslında hoş bir deyim.

‘’geçiyon - seçiyon’’ yerine ‘’geçiyorsun- seçiyorsun’’ denilse daha ciddi bir protesto izlenimi verecek olan bu cümle de yıkanlar için uydurulmadı ama cuk oturdu.

Tarihi binalar yıkılamazsa Emek sineması ne demeye yıkılıyor?
Hem dalga geçip hem bina seçmek diye buna denir.
read more...

1 Nisan 2010 Perşembe

Senin Ruhun Ne Renk Orphe?

Algının seçiciliği mi? Yoksa hayal kalelerinin savunması mıdır Orphe? İrinli bir beynin anatomisinin DNA’sını yaratan nedir?
O mu?
Sanmam.
Orphe yalan söylüyor.
Korktuğu için yalan söylüyor.
Satranç bu belli mi olur? Tüm taşlar dünyadaki tüm renklerden arınmış bir şekilde siyah ve beyaz ki 2 renk yalan ve gerçeğin ta kendisi.
O halde ölüm ne?
Kaç bilinmeyenli bir denklemi çözmek için çaba sarf etmeli? Üstelik şah ve vezir karşı tarafa geçip ihanetin en koyusunu hazırlarken ..
Söz verme Orphe... Sözlerin ölümcüldür senin.
Tutmalısın ki ölesin...
Ölmelisin ki tutasın...

Varoluşçuluk tüm mantığı oluşturan evrene doğru çıkılan sorular sürüsünün başlangıç çizgisidir. İlk adımı atarken ölürcesine korkular geçirip, sorduğun her sorunun cevapsızlığı seni ilk adımda karanlığa sürükler.
Evren bu yüzden karanlıktır.
Var olmak da beyaz.
Ben gri olduğunu hiç görmedim.
Peki senin ruhun ne renk Orphe?

Şah... Mat!
Rol yapmak yok!

A. Ozan...

read more...

Kaosun Altın Çağı

Yunanlılar evreni kaosla başlattılar. ‘Önce kaos vardı..’ diye başlar varoluş. Yazıma böyle afili bir şekilde Yunanlılardan bahsederek başladığıma bakmayın. Doğu’yu çok iyi bilmesem de uygarlığın Yunan’la başlamadığını biliyorum. Konuya gelince, kaos bir varoluş serüveni insanoğlu için ve devinimini yitirmeden hala var olmaya çalışan maddeler dünyasında hükümranlığını sürmektedir.

Teknoloji Çağı dediğimiz şu erken evrede kaos tekrar canlanmış, metropollerden kablolar ve uydular aracılığıyla ıssız topraklara kadar tüm dünyaya yayılmıştır. Sokaklardan gelen çocuk ve motor seslerinden tutun da kafamızda sürüklediğimiz düşüncelerle çöllere kadar onu her yere götürdük. Kaos bizi kullandı diyebiliriz, hepimiz ona hizmet ettik tarih boyunca.

Gündelik yaşantımıza bakın. Sabahın erken saatlerinden itibaren bir döngüyle hep karmaşanın içine adım atıyoruz: Trafik, kalabalık, insan yığınları, sokaklar, işyerleri ve okullar, barlar ve kafeler, evde televizyon ve bilgisayar, uykuda rüyalar… Teknoloji çağı kaos çağıdır. Global dünya kaosun kalesidir. Büyük devletlerin çıkar çatışmaları, büyüklü küçüklü rantlaşmalar, yaratmaya çalıştığımız otoriteler, ünlülerin magazinel yaşantıları bizleri gitgide yalnızlaştığımız bir kaosun içine sürüklemekte. Teknolojiyi de nefer ederek kaosun gizli ajanları olarak her aktör makro ve mikro sistemlerde rolünü farkında olmadan yerine getiriyor.

Yukarıda yazdıklarım yüzünden kaosu kötü birşey sanmayın. Kaos devinimseldir. Ana renklerle ara renklerin belirsiz bir düzende saydam bir kürenin içindeki hareketleri gibidir. Evet, belirsiz bir düzendir kaos, ya da ters ifadesiyle belirli bir düzensizliktir. Anka kuşunun hikayesini herkes duymuştur. Hikayesini bilmeseler bile yanıp yanıp nasıl da küllerinden tekrar doğduğu bilinir. Kaos işte böyledir. Önce göze belirsiz gelen bir düzenle (düzen diyorum çünkü nedensellik vardır.) bildiklerimiz yerle bir olur. Et küle döner, yapılar moloz yığınlarına. Zamanın işleyişi asla bitmediğinden (şu Yunanlılar 'kaos'tan sonra 'zaman'ın varolduğunu düşünmüşlerdir. Yani önce kaos varolduysa, sonra zaman gelmiştir. Hatta hiçbir tanrı ya da güç kaosa ve zamana karışamazdır.) yine, yeni ve yeniden bir varoluş başlar. Kül anka olur, moloz yığını bir yapı.

Kaos süreğen ve devinen bir varoluştur. Ondan kaçmaya çalışmak faydasızdır, çünkü girdap etkisi yaratır bu. Bitişler ve başlangıçlar, ölümler ve doğumlar onun elindedir. Tıpkı içinde yaşadığımız bu zaman gibi olasılıklar ve tezatlardan ibarettir. Umutsuzluğa düşen insanların haline bakın. Yazarlar ve şairler en büyük eserlerini çokluk umutsuz bir kaosun içinde yazmışlardır. Bu bazen bir savaş olmuştur, bazense kişisel bir debeleniş. Özgürlük hikayeleri düzenin bozulmasının ve yeniden kurulmasının hikayeleridir. Sıradan insana baktığınızda da farklı değildir durum. Dibe vurmadan yüzeye çıkamama durumu yani.

Kaos çağına hoşgeldiniz. Devletlerin ve insanların teknolojiyle hizmet ettiği bu varoluş sürecinde sonumuzu iyi bir başlangıç için hep birlikte hazırlamaya hazır mıyız?


read more...